8 Mayıs 2008 Perşembe

Kâzım Karabekir Paşa’nın Edebî Yönü


Kâzım Karabekir Paşa’nın Edebî Yönü

Ölümünün 59. yılında rahmetle andığımız İstiklâl Harbimizin Büyük Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’nın asıl mesleği askerliktir. Zaten bugüne kadar onunla ilgili olarak yapılan çalışmalarda ve yazılan eserlerde de öncelikle onun askeri yönü ele alınmıştır. Daha sonra siyasi ve eğitimci yönlerinin de incelendiğini görüyoruz. Ancak, hemen belirtmeliyiz ki, Kâzım Karabekir’in askerî ve siyasî kişiliğinin gölgesinde kalmış gibi görünse de, araştırılması gereken, çok önemli bir yönü de edebî yönüdür. Toplam sayısı 44’ü bulan bir eser külliyatının sahibinin elbette yazarlığı ve edebiyatçılığı da araştırılmalıdır.
Ben öncelikle Kâzım Karabekir Paşa konusunda araştırma yapanların dikkatlerini bu yöne çekmek istiyorum. Bu yazımda -bir yazının sınırını aşacağı için- onun yazarlığını ve şairliğini tam olarak incelemem elbette mümkün değildir. Onun için bu hususa sadece ana hatlarıyla temas etmekle yetineceğim.
Günümüz nesillerinin bir komutan ve siyaset adamının aynı zamanda güçlü bir yazar ve şair olmasını anlatmaları oldukça zordur. Bunu anlatabilmek için, dünkü medeniyetimizin insan ve eğitim anlayışını bilmeleri gerekir. Ancak, o zaman Kâzım Karabekir ve çağdaşlarında gördüğümüz çok yönlülüğü izah edebiliriz.
Bu konuyla ilgili olarak üniversitemizin eski rektörlerinden rahmetli Prof. Dr. Erol Güngör Hoca’mızın bir hatırasını nakletmek istiyorum. Erol Hoca “Türk Kültürü ve Milliyetçilik” adlı eserinde bu hatırasını şöyle dile getiriyor: “Askerlik hizmetimi yaptığım sırada o zaman korgeneral rütbesinde bulunan bir zat benden şu sualin cevabını istemişti: “Benim babam Osmanlı Ordusunda binbaşı idi, Cumhuriyet devrinde de askerî lisede bana hocalık yaptı. İyi Fransızca bilirdi, çok güzel resim yapardı, çok iyi öğretmen idi. Arkadaşları da hep kendisi gibi meziyetli insanlardı. Ben korgeneral rütbesindeyim. Sanattan anlamam, yabancı dil bilmiyorum, Türkçeyi kusursuz bildiğimden de şüpheliyim. Bu nasıl oluyor?”
Bu soruyu soran ve kendinden şikâyet eder görünen general hakikatte kendi dengi olan pek çok asker ve sivilden daha bilgili idi.”
Bu örnekte de görüldüğü gibi bizim medeniyetimiz çöküş döneminde bile bütün vasıflı, çok yönlü ve çeşitli meziyetleri kendisinde toplamış örnek insanlar yetiştirebiliyordu.
İşte, Kâzım Karabekir Paşa bu insanların en önde gelenlerinden birisidir. Komutandır, siyasetçidir, diplomattır, devlet adamıdır, yazardır, şairdir, eğitimcidir, en az üç yabancı dili iyi seviyede bilir (Almanca, Fransızca, Rusça).
Bir insanın bu şekilde çok yönlü meziyetlerle donanmış olmasının sırrı onun yetişme şeklinde ve aldığı eğitimde gizlidir.
Paşanın edebi kimliğini iyi anlayabilmek için, eğitim çağından itibaren hayatını incelemek gerekir.
Karabekir Paşa’nın öğrencilik döneminden itibaren en çok tarih ile millî ve edebî eserleri okuduğunu görüyoruz. Daha sonra savaş sırasında “Seferî-Çadırlar” içinde bile yeni basılan kitapları dostları aracılığı ile İstanbul’dan Cephe’ye getirttiğini gösteren belgeler “Resmi Dosyası”nda yer almış bulunuyor. Bu çok okuma merakı, kendisini mükemmel yetiştirme isteğinin sonucu ortayı çıkmıştır sanıyoruz.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı Arşivi’ndeki “Kâzım Karabekir Paşa Dosyası”nda, 1916 ve 1917 yıllarında, İstanbul’dan Cephe’ye kitap ısmarlayıp getirttiğini gösteren belgeler vardır.
XVIII. Kolordu Kumandanı iken 1 Aralık 1916 günü Irak’taki “Kût”tan, Başkumandanlık vekâleti Celîlesi İstihbarat Şube Müdürü, Seyfi Bey’e yazdığı “489 Numaralı Şifre” ile şunları istemiş:
“(İstihbarat’daki) şube’de kullanılan, Muhtıralı takvimden 250, cep için Muhtıra Defteri’nden on nüsha; “Avrupa’da Ne Gördüm, Fitnen, Şanlı Asker, Bozgun, Tesâdüf, Kuyruklu Yıldız Altında İzdivaç” adlı risalelerden, dörder nüshanın çabucak gönderilmesini, Şubedeki Nusret Efendiye emir buyurun. Ona, Telgraf poliçesi ile (altun) yirmi lira gönderdim. Yetmezse bildir ve paranın gelişini beklemeyerek, satın alınarak postaya verilmesini, son derece rica ederim.”
Kâzım Karabekir Paşa çok okuyan birisidir. Yine bu cümleden olarak; Harp Akademisinde Tolstoy’un eserlerini okuduğunu biliyoruz.
Güçlü bir edebiyatın ve iyi bir edebiyatçının yetişip gelişmesi için sağlam bir dile, büyük bir dile ihtiyaç vardır. Shakespeare, V. Hügo, Goethe, Dostoyevski, Fuzuli ve Yunus, güçlü dillere yaslandıkları için büyük sanatkâr olmuşlardır.
Afrika’nın kabile dillerinden biriyle yazan bir şair ya da yazar dünya çapında sanatçı olamaz. Çünkü şair ve yazarların kalitesi kullandıkları kelime kadrosuyla doğrudan ilgilidir. Reklâmla, propagandayla büyük sanatçı olunmaz. Bir kısım insanların Nobel’e aday gösterelim diye bar bar bağırdığı bazı yazarlarımızın eserlerinde kullandıkları kelime çeşidi maalesef dört bini geçememektedir. Bu çok vahim bir durumdur. Yukarıda ismini saydığım büyük yazar ve şairler en az yirmi bin kelimeyle yazanlar, örnek olsun diye söylüyorum: meselâ, Peyami Safa romanlarını on altı bin kelimeyle yazmıştır.
Karabekir’in eserleri üzerinde örnekleme metoduyla yaptığım küçük çaplı çalışma sonunda ulaştığım kanaat şudur ki; Karabekir Paşa en az 6-7 bin çeşit kelime kullanmıştır.
Dil ve edebiyatın birbiriyle olan bu sıkı ilişkisinden dolayı, O’nun edebî yönüne ilişkin diğer açıklamalara geçmeden, dil konusundaki görüşlerine kısaca temas etmek istiyorum: Prof. Dr. Nuri Köstüklü’nün “Kâzım Karabekir Paşa’nın Dil Konusundaki Görüşleri” adlı makalesi, bu konuda yapılmış çok ciddi bir çalışmadır. Biz de Paşa’nın dil konusundaki görüşlerine ilişkin bilgileri daha çok bu makaleden aldık.
Karabekir Paşa’nın dille ilgili görüşlerini şu maddelerde toplamak ve özetlemek mümkündür.
1- Halkın anlayacağı bir dille hitap etmek, yabancı kelimelerden ziyade Türkçe kelimeleri kullanmaya dikkat göstermek gerekir. Paşa, bu noktada konuşma dili ile yazı dilinin aynı olmasını isterken Türkçülerle aynı düşünür.
2- Dilde tasfiyecilikten uzak bir sadeleşmeye gidilmesi kanaatindedir. Bu çerçevede dilimizin, kitaplarımızın Arap ve Acem kisvesinden kurtarılmasını kaçınılmaz bir ıslahat olarak görmektedir.
Milli mücadele döneminde Erzurum ve Sarıkamış’ta yayınlanan gazeteler vasıtasıyla “dil” konusunda değerli hizmetler yapmıştır.
Karabekir’in teşvik ve himayesinde yayınını sürdüren Erzurum Albayrak gazetesinde dil konusunda olumlu adımlar atılmıştır.
Yine Sarıkamış’ta Kâzım Karabekir’in emirleriyle yayına başlayan v onun kontrolünde devam eden “Varlık” gazetesinde de dilde sadeleşmenin güzel örnekleri görülür. Gazete adının hemen altında “Dilimiz Açık Türkçe Halk Dilidir” ibâresi yer alır.
“Dilde tasfiyeciler”i Arapça ve Farsça kelimelerin temizlenmesini isterlerken, batı dillerinden gelmiş kelimeler karşısında ise tavır almayan… sadece İslâm medeniyetinden gelme kelimeleri temizlemek isteyen” kişiler olarak tarif etmiştir. Kendisi batı dillerinden gelme kelimeler karşısında da tavır almıştır. Mesela; Yunancadan gelme “tiyatro” yerine “ibret” sözünü kullanmış ve yazmış olduğu eğitici oyunlara “Şarkılı İbret” adını koymuştur. “Şarkılı İbret” ibaresini batıdan gelme “operet” kelimesiyle karşılayanlar da vardır.
3- Bilindiği gibi Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin millî dilin meydana getirilmesi için özellikle İstanbul Türkçesinden faydalanmak gerektiğini belirtmişlerdir.
Kâzım Karabekir’de açmış olduğu okullarda Ziya Gökalp ve arkadaşlarının dil anlayışları doğrultusunda uygulamalar yapmıştır. Bu okullarda dil eğitimine önem vermiş ve eğitimde İstanbul Türkçesini esas almıştır.
4- Dilde ahengin milletlerin fıtratından kaynaklanan bir hâdise olduğu görüşündedir. Bu konuda şöyle diyor:
“Ancak muayyen şekillerden başka bir yerde kullanılmayan isimler de vardır. Bunları lâtif, zarif ve anlayışlı Türkçe mukabilleri varken el’an kullanıyoruz. Her halde çocuk “tıfıl”dan sevimli, çocuklar “eftal”den anlayışlı, kız “inas” veya “binat”dan samimi, yeşil “ahzer”den hürmetlidir. Yetimler evi “daru’l eytam”dan çok daha şefkat cezbeder.
Kısacası, Karabekir, dil konusuyla yakından ilgilenmiş bir şahsiyettir. Bu hususu şu örnekle bitirelim: Atatürk 1916 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda açılan Milletlerarası Tarih ve Dil Kongresi’nde Kâzım Karabekir Paşa’nın bulunmadığını görünce, derhal özel davetlisi olarak çağrılmasını istemiş ve “Karabekir Paşa, maârif, dil ve tarih konularıyla uğraşmış bir arkadaşımızdır” diyerek O’nun dil konusundaki hizmetlerine işaret etmiştir.
Kâzım Karabekir Paşa’nın ilk gençlik yıllarında, musikî ve resim ile uğraştığı gibi, şiir yazmaya da başladığı anlaşılıyor. Şiirlerinin konusu vatan, bayrak, din, aile, insanlık sevgisidir ve şiirleri hece vezni ile ve serbest tarzda kaleme alınmıştır. Yazmış olduğu şiirlerini “Benlik” adlı kitapta toplamıştır. Bu kitaptaki şiirlerinin ortak vasfı, içten, samimi ve ideal duyguların eseri olmalarıdır.
Karabekir Paşa’nın daha önce sayısını belirttiğimiz 44 eseri üç grupta mütalâa edilmektedir.
1- Eski yazıyla basılanlar
2- Yeni yazıyla basılanlar
3- Basılmamış olanlar
Bütün bu eserleri O’na XX. Yüzyılın en büyük yazar Türk Kumandanı vasfını kazandırmıştır.
Bu eserler içerisinde edebî yönü diğerlerine göre biraz daha ağır basanlar ise sırasıyla şunlardır:
1- Öğüdlerim
2- Şarkılı İbret (ki, çok değerli 9 çocuk oyunu ve 7 şarkı ile marş’ın notlarını içine alır. Bunlardan 5. sıradaki “sanâyi-oyunu” temsilini Ankara’da 15 Ekim 1922 gecesi seyreden Mustafa Kemal paşa çok takdir etmiştir. Ayrıca Sovyet Rusya’nın Kars Konsolosu da Paşa’dan müsâde alarak, bunu Rusça’ya çevirtip, Rusya’da temsil ettirmiştir).
3- Ülkümüz Kuvvetli Bir Türkiye’dir.
4- İstiklâl Harbimiz
5- Çocuk Davâmız
6- Türkiye’de Hürriyet Cereyanları
7- Edirne Hatırası
8- Plevne’yi Ziyaret
9- Elemli Günlerim
10- Hürriyet ve İstiklâl Mücadelemizin Ruhî Tahlili
11- Millî Terbiye ve Çocuklar Ordusu
12- Layihalarım
13- Hür Can (roman)
14- Kalp Yolu (psikolojik bir eser)
15- Medeniyet Yolcusu
16- İdeal Millet
17- Çekişmelerim
18- Çocuklar İçin: Güzel Huylar
19- Benlik (kendi şiirlerinin toplandığı kitaptır).
Kâzım Karabekir hakkında yaptığı çok değerli araştırmalar ve yayınladığı eserlerden tanıdığımız Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu, O’nunla ilgili şöyle bir yargıya varıyor:
Şimdi, millî kuruluş ve başta üniversitelerimize düşen vazife, Kâzım Karabekir Paşa gibi, büyük Millî Kahramanımız ve XX. Yüzyılın En Büyük Türk Asker Yazarı’nın, kalan eserlerini vârislerindeki el yazmalarıyla düzgün biçimde yeni-yazımıza geçirip, yayınlamaktır. Bu olmadıkça, ne Millî Mücâdelemiz, ne de öncesi ve sonrası, tam aydınlığa kavuşmuş sayılır.”
Sarıkamış’ta 1921 yılında yazdığı ve “Şarkılı İbret” adlı eserinde yer alan, vaktiyle neşeyle yaygın bir şekilde söylenen “Türk Yılmaz Marşı”nda bakınız nasıl sesleniyor:
Cihan-Harbi yangınından, bağrı-yanık Vatan’a
Türk’ü boğmak maksadıyla, girdi düşman askeri,
Kan ve yangın başlamıştır; ırz ve namus kalmıyor;
Tehlikeye düştü vatan, yas içinde her yeri.
Kahraman halk! Kalk, silahlan! Ahd ü peymân Tanrı’ya
Vur! Ve haykır! Türklük ölmez, Türk de yılmaz, ileri!
Çelik gibi kollu, tunçtan ayaklı
Türk hiç yılar mı, Türk hiç yılar mı?
Türk yılmaz, Türk yılmaz!
Cihân yıkılsa, Türk yılmaz!
Göksü imanlı, temiz vicdanlı
Türk hiç yılar mı, Türk hiç yılar mı?
Türk yılmaz, Türk yılmaz!
Cihân yıkılsa, Türk yılmaz!
Düşmana salsa, tek bile kalsa
Türk hiç yılar mı, Türk hiç yılar mı?
Türk yılmaz, Türk yılmaz!
Cihân yıkılsa, Türk yılmaz!
Yazımı O’nun vecizeleşen şu sözüyle bitiriyorum: “Cisimler zerrelerin, milletler de fertlerin değeriyle paha kazanır.”
Kazımkarabekir Belediyesi.
http://www.vaanna.com/

26 Nisan 2008 Cumartesi

MİLLİ MÜCADELE’DE KINALI ELLER


MİLLİ MÜCADELE’DE KINALI ELLER

Nazan ÇUKUR
Sevinçlerini, umutlarını bir kenara koyup düştüler yola. Ne arkalarında bıraktıkları bebeklerini ne de geleceklerini düşündüler. Vatan vardı gözlerinde. Mücadele vardı. Yürüdüler gece gündüz, elleri cennet kokan analarımız.
Milli Mücadelede Kınalı Eller analarımızı, kadınlarımızı anlatan eşsiz bir kitap. Osman ALAGÖZ’ün Kaynak yayınlarından çıkan kitabı kadınlarımızın kan ağlayan yürekleriyle yazdıkları Milli MÜCADELE destanını anlatıyor. Aslında anlatmıyor yaşatıyor. Kitapta kadınlarımızın asaleti ve cesareti gözler önüne seriliyor.
Kitabın her bölümünde bir çift kınalı el kucaklıyor sizi. Nene Hatun, Hatice Kadın, Şerife Kadın, Gördesli Makbule Hanım ve daha binlercesi. Hepsi hoş geldin diyor, nerelerdeydin diyor. Yıllardır bekler gibi. Vasiyetlerini uzatıyorlar gururla. Bir bakıyorsunuz karnında bebeğiyle cephane taşıyan bir gelin, bir bakıyorsunuz oğlunu düğüne gönderir gibi askere uğurlayan bir ana…
Osman ALAGÖZ’ün anlatımındaki akıcılık, sadelik ve kullandığı betimlemeler okuyucuyu büyülüyor. Son bölümde yer alan fotoğraflar ve belgeler ise sizi tarihle yüzleştiriyor. Yazar hüznü, gururu, zaferi aynı anda yaşatıyor size.
Milli Mücadele’de Kınalı Eller okurken gözyaşlarınızı tutamayacağınız, haklı bir gurur yaşayacağınız muhteşem bir eser. Ruhunuzu yakalayacağınız bu eşsiz eseri mutlaka okumalı ve kınalı ellerle siz de tanışmalısınız.

İSLAM'DA ŞEHİTLİK VE ÇANAKKALE ZAFERİ



İSLAM'DA ŞEHİTLİK VE ÇANAKKALE ZAFERİ

Mahmut KARA
Mensuplarına dünya ve ahiret mutluluğu vadeden dinimiz vatan, millet ve devlet gibi kutsal sayılan değerlere büyük önem vermiştir. Bu değerlerin korunmasına çalışırken şehit ve gazi olanlar, Yüce Allah ve Sevgili Peygamberimiz tarafından övülmüştür. Bu hususta Al-i İmran Suresi'nin 169. ve170.ayetlerinde:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rablerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar. Allah'ın lutf-u kereminden ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayan müstakbel şehit dindaşlarına da kendilerine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hissetmeyeceklerine dair de müjde vermek isterler."buyrulmuştur.
Sevgili Peygamberimiz de şehitlik mertebesinin yüceliğine işaret eden bir Hadis-i Şeriflerinde:"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi ne kadar çok isterdim." 1 buyurmuşlardır.
Müslümanların "ölürsem şehit, kalırsam gazi" inancı, nice zorlukları aşmada onlara yardım etmiştir. Böylece kendilerinden sayıca çok üstün durumda bulunan ordulara karşı pek çok zaferler elde etmişlerdir. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, ecdadımızın taraf olduğu savaşların hepsinde meşru bir müdafaa vardır. Yoksa sömürgeci ve yayılmacı bir anlayış ya da sadece toprak elde etme emelleri yoktur, işte bu savaşların yakın tarihimizde en önemlilerinden biri de bu yıl 93. Yılını kutladığımız Çanakkale Zaferi'dir.
Aziz vatanımız dünyamızın çok önemli bir noktasında yer almaktadır. Bu güzel topraklara sahip olmak asırlardır, pek çok devletin ve kumandanın hayallerini süslemiştir. Zamanın her bakımdan en güçlü devletlerinin askerleri bir hayalin peşine düşerek Çanakkale Boğazına kadar geldiler. Akıllarınca boğazları geçecekler, Müslüman Türkleri tarih sayfasından sileceklerdi. Hasta adam dedikleri Osmanlı imparatorluğunu yok ederek, asırlardır süregelen haçlı zihniyetini dünyaya hâkim kılacaklardı. Ancak, askeri anlamda çok üstün saydıkları planları ve harp taktikleri, başta devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının her şeyini ortaya koyarak yaptığı yurt savunması karşısında, Çanakkale Boğazı'nda suya düştü. Böylece dünya durdukça konuşulacak olan "Çanakkale Geçilmez Destanı" yazıldı.
Her Çanakkale Zaferinin yıl dönümünde hatırlamamız ve zaferden çıkarmamız gereken dersler vardır. Bunların bir kaçını şöylece sıralayabiliriz:
- Çanakkale geçilmez destanı yazılırken doğusundan batısına eli silah tutan vatan evlatları görev almıştır. Bunlardan 250 bine yakını şehit olmuş, geride on binlerce gazi kalmıştır. — İnanç, vatan sevgisi, dayanışma, birlik ve beraberlik duyguları, zamanın en güçlü ve donanımlı ordularına karşı koymada en önemli faktörler olmuştur.
— Bu gün bu aziz vatanda canlarından ve namuslarından emin olarak bağımsız bir hayat yaşayan bizler, tüm şehitlerimize ve gazilerimize minnet ve şükran duygularıyla dolu olmalıyız.
— Kutlamalar anında tarihimizle sadece övünmekle kalmayıp atalarımızın o an taşıdıkları ruhu kazanmaya çalışmalı ve yeni nesilleri de bu duygularla yetiştirmeliyiz.
Bu duygularla bütün şehitlerimizi rahmet, minnet ve şükranla yâd ediyor; böylesine acılı günleri tekrar yaşatmasın, bizleri tarihimizi öğrenerek geleceğimize yön verenlerden eylesin diye Rabbimize dua ediyoruz.
1.Riyazü's-Salihin, 2/535

DESTANIN SIRRI



DESTANIN SIRRI
Yusuf SEZER
Çanakkale'den geçerek, İstanbul'a ulaşma dolayısı ile İslam dinini son kalesi olarak gördükleri Devlet-i Aliyye ’ye (Yüce Osmanlı Devleti) son verme düşüncesi batılların zihinlerini her zaman meşgul etmiştir. I. Dünya Savaşı'nda bu fırsatı yakaladıklarını sanan İngiliz ve Fransızların önderlik ettikleri Batılılar 3 Kasım 1914 tarihinde Çanakkale'de belirdiler. Düşman denizaltılıları ile yapılan ilk girişimler, Türk topçu bataryalarına yakalanır. İlk atışlarda Düşman donanmasına ait denizaltılar batırılır, sonrasında işin ciddiyetini anlayan düşman kuvvetleri büyük savaş gemileri ile günlerce Türk bataryalarını ve mevzilerini bomba yağmuruna tutarlar. Az imkânlara rağmen Türk topçu bataryaları destansı bir mukavemet gösterirler. Akıllı manevralarla düşman gemilerini şaşkına çevirirler. Savaşın dönüm noktalarından biri hiç kuşkusuz mukavemetimizin en zayıf olduğu anlardan birinde Nusrat Mayın Gemisinde bulunan bir avuç kahraman Türk denizcisinin sulara döşediği yerli yapımı mayınların düşman gemilerini hallaç pamuğu gibi atması olmuştur. Bir diğer mucize Seyit Onbaşı'nın 276 kilo çeken gülleyi tek başına namluya sürerek bir düşman gemisinin bacasına (kazan dairesi) isabet ettirerek, boğazı düşman filosuna dar etmesi ile Çanakkale Boğazının gemilerle geçilemeyeceğini dosta düşmana göstermesidir. Boğazı gemilerle geçemeyeceğini anlayan düşman kuvvetleri, bu defa karaya asker çıkararak şanslarını denemek isterler. Ama bu kez karşılarında yüzyılın askeri savaş dehası olan Mustafa Kemal vardır. Anafartalar Kahramanı olarak adını tarihe yazdıran Mustafa Kemal, emrindeki Mehmetçiklerle savaşın seyrini değiştiren kişilerdendir. İngilizlerin söylemi ile "Bir tümenle muharebenin gidişini değiştiren mukadderatın adamı" Batılıların aldıkları bu yenilgiyi uzun yıllar unutmayacaktır.
Çanakkale Savaşları 1916 yılının Ocak ayında sona erdi. Türk Ordusu resmi rakamlara göre 211 bin şehit vermişti. Bu 211 bin kaybın, 100 bine yakınının okumuş-yazmış bugünkü tabir ile aydın kesimden olması ileriki yıllarda Türk İstiklâl Savaşında ve sonrasında Türkiye'nin en çok ihtiyaç duyduğu etkenlerden biri olacaktır. Zira ülkede neredeyse aydın olarak vasıflandırılan insan kalmamıştır. Genç Cumhuriyet bunun sıkıntısını çok çekmiş; hatta kilit noktalara etnik azınlıktan aydınlara görev vermek zorunda kalmıştır. Düşmanın kaybı ise 300 bini geçiyordu. Savaşın can kaybı yanında siyasal ve iktisadi birçok sonucu olduğu malumunuzdur. Misal siyasal anlamda dünyanın seyrini değiştiren sonuçlar doğurmuştur. Rusya'nın yardım alamaması ve Bolşeviklerin (Komünizm) eline geçmesi; Rusların boğazları alma ve sıcak denizlere inme hayalinin suya düşmesi; Bulgarların İttifak kuvvetlerinin savaşı kazanacağını düşünüp, bu terkibe (grup) katılması; diğer Balkan devletlerinin hatta İtalya'nın bir süre daha "bekle-gör siyaseti" gütmesi; Osmanlı Devleti'nin, Balkan savaşları ile zedelenen uluslararası saygınlığını tekrar kazanması; İstanbul hükümetinin iktidarını sağlamlaştırması; İngiltere ve Fransa'nın saygınlıklarının büyük zarar görmesi; "Güneş batmayan imparatorluk" olarak kabul edilen İngiltere'nin, denizlerdeki üstünlüğünün sona ermesi; İngiltere'nin sömürgeleri olan Avusturya, Yeni Zelanda gibi ülkelerin kendi milli siyasetlerini dillendirmeye başlamaları; Dünya üzerinde yeni haritaların çizilmesi; Japonya'nın, İngiltere'ye sırt çevirmesi; Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerle savaş sonrasında dostluk ilişkilerinin gelişmesi; Batı kamuoylarında, Türklerin barbar olduklarına yönelik propagandaların hüsranla sonuçlanması; Siyonistlerin, savaşta yaptıkları yardımların ödülü olarak, İsrail devletinin kurulmasına yönelik söz almaları; Arapların, savaşın kazanılması üzerine Osmanlı'ya olan güvenlerini ve bağlılıklarını devam ettirmeleri; Başta İslam ülkeleri olmak üzere, dünya halklarının Türklere hayranlık duymaları; Devlet-i Aliyye’ nin dünya siyasetinden çekilirken tarihe son bir altın sayfa eklemesi; Mustafa Kemal' in siyasi ve askeri anlamda devlet kademelerinde ilk defa ağırlığını hissettirmesi; Osmanlı Devleti'nin içerisindeki bazı kişilerin Mustafa Kemal'i ön plana çıkarmaya başlamaları; Anadolu'da "Kemal Paşa" efsanesinin doğmaya başlaması; Osmanlı Devleti'nin asli unsuru olan Türkler arasında milli kimlik olarak, Türklük şuurunun yükselmesi; payitaht ve hilafet merkezi olan İstanbul'un düşman eline geçmesi önlenerek, hem Türklerin hem de dünya Müslümanlarının gururunun ve haysiyetinin kurtarılması; bir yerde Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerinin atılması; Sömürgeciliğe (emperyalizm) karşı, dünya halkları arasında bir başkaldırı bilincinin doğmaya başlaması (Türk İstiklâl Savaşı'nın kazanılmasıyla da birçok ülkede bu bilinç, eyleme dönüşmüş tür. Misal Cezayir'de, Ömer Muhtar, Hindistan'da, Gandi, Mısır'da, Nasır hareketi bunların belli başlılarıdır.) Savaş süresince, neredeyse tamamına yakını Batılıların olan 139 ticaret gemisinin Karadeniz'de mahsur kalması; Rusya'nın, iktisadi anlamda çökmesi; Batılı ülkelerde gıda sıkıntısı çekilmesi; Savaşın, neredeyse iki yıl daha uzama sı, bunun da taraf olan devletlere büyük külfetler yüklemesi; diye giden misallerin ana gerekçe Mehmetçiğin "Çanakkale geçilmez!" düsturudur.
Tarih boyunca büyük zaferlere imza atmış olan Türklerin savunma savaşı yaptıkları pek görülmemiştir. Gerektiğinde geri çekilip, uygun zamanda daha güçlü bir şekilde saldırmak temel felsefe olarak göze çarpar. Kısacası Türkler, genelde taarruz eden taraftır. Bunu da "Nizam-ı Âlem" adına yaparlar. Kavram değişse bile, hem Gök Tanrı inancında hem de İslam'ın kabulünden sonra bu böyledir. Plevne ve Akka savunmalarını yapan Türklerin, en güçsüz oldukları bir dönemde (Zira artık Osmanlı Devleti'nin sona yaklaştığı belli olmuştur.) tarihin en büyük savunma savaşlarından birini icra etmeleri; üstelik bunu da başarıyla sonuçlandırmaları, neredeyse 150 yıldır saldıran Batılıların birden bire afallamalarına da sebep olmuştur. Bunu istiklâl Savaşı yıllarında Türk ordusunun karşısına çıkmayarak da belli etmişlerdir. Tâbi bu durumda, olan Yunanlılara olmuş; Anadolu kaplanının öldürücü pençesiyle feleğini şaşırmış, zavallı bir tavşan durumuna düşmüşlerdir. Sonrasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuş, Türk'ün narası yedi düvelin ensesinde yankılanmıştır:
"Türk'e kefen biçmek kimin haddine!" Bu naraya eşlik edenlerden ve şehitlerimizden Allah razı olsun ruhları şad olsun.

22 Nisan 2008 Salı

DÜNYAMIZI VE TÜRKİYEMİZİ BEKLEYEN TEHLİKELER


DÜNYAMIZI VE TÜRKİYEMİZİ BEKLEYEN TEHLİKELER
Hasan Özdinç
Dünyamızı bekleyen en büyük tehlikelerden bir tanesinin küresel ısınma olduğunu her yerde okuyor ve duyuyoruz. Bilim adamlarının bu konu üzerindeki öngörüleri tek tek ortaya çıkmakta. Hızlı bir iklim değişikliği oluyor. Bunun neticesinde habitatlar bu değişikliğe ayak uyduramayıp kırılgan bir yapıya dönüşüyor. Canlıların nesilleri tükeniyor. Bu nedenle küresel enerji politikası; “Sürdürülebilir bir enerji değil, sürdürülebilir bir yaşam” olmalı. İklim değişikliklerine neden olan fosil yakıtların yerini alternatif enerji kaynakları almalı.
Türkiye’miz bu yeni enerji kaynakları açısından zengin bir ülke. Yapılan araştırmalara göre bor ve toryum dünya için yeni bir enerji kaynağı olabilir. Zaten dünyada petrol rezervlerinin ömrü belli (80–90 yıl). Enerji için savaşların olduğu burnumuzun dibinde bizim bir an önce bu doğal kaynakları aktif hale getirmemiz gerekiyor. Çünkü bizdeki bu enerji kaynaklarını bütün dünya biliyor. Irak’ta olduğu gibi bu kaynaklarımız başkalarının ağzını sulandırabilir. Ancak beyin göçünü çok verdiğimizden bilim yönümüz eksik kalıyor ve doğal enerji kaynaklarımızı aktif hale geçirmemiz gerekirken potansiyel olarak bekliyor.
Bu yazımı hazırlarken 30 Kasım 2008 günü olan uçak kazası beni herkesten daha çok üzdü. 57 vatandaşımız bilinmeyen bir sebepten dolayı düşen uçakta hayatını kaybetmişti. Kazada yetiştirebilmek için ülkemizin büyük emekler harcadığı 6 bilim adamı da hayatını kaybetmişti. Bilim adamlarından bir tanesi Boğaziçi Üniversitesi Fizik-Matematik profesörü Prof. Dr. Engin ARIK. Engin ARIK yeni bir enerji kaynağı olabilecek toryum üzerine çalışmalar yapıyordu. Dünya üzerinde 71.000.000 ton olan toryum elementinin 800.000 tonunun Eskişehir, Beypazarı, Sivrihisar ve Kızılcaören de olduğunu ve yeni yüzyılın enerji kaynağı oyduğunu söylüyordu. Ülkemizde olan bu kaynağın değeri enerji üretimi açısından 120 trilyonluk petrol ve ABD’nin 2001 yılı milli gelirinin 12 katına eşdeğer olduğunu tespit etmişti.
Düşünün Türkiye aktif hale geçmiş bu enerji kaynağıyla ne yapardı. Ama uçak düştü. Acaba rotasından 4,5 dakika erken inmek için mi çıktı, yoksa rotasını mı kaybetti???
Bu üzüntü içinde gazete haberlerini karıştırırken bir haber daha gözüme ilişti. Aynı havayollarına ait aynı tip uçak 23 Aralık 2002 yılında İran’ın İsfahan kentine giderken düşmüş ve içinde Ukraynalı Rus 46 bilim adamının öldüğünü okudum. Bu haberden sonra İran’la Rusya arasındaki nükleer işbirliği aklıma geldi. Bu iki olayda, tesadüflerin üst üste gelmesi kafamı biraz karıştırdı.
Bilimin önemli, değerli, tehlikeli olduğunu bilen bazı güçler kendilerine göre kurdukları dengelerin bozulmasını istemedikleri için önceden önlem alıyor olamaz mı?
Tabiî ki bu komplo teorileri zamanla açıklık kazanır. Ancak beni dünyanın geleceği için korkutan bir durum daha var. Bu da dünyayı kurtarmak için alternatif enerji kaynaklarının keşfine kendini odaklamış bilim adamlarını, ne kadar büyüklükte bir enerji kaynağı tatmin edebilir. Şimdiye kadar keşfedilen en büyük enerji kaynağı ilk önce atom bombası olarak kullanılmış ve 273.000 kişinin ölmesine sebep olmuştur.Yeni alternatif enerji kaynakları bulabilmek için keşiflere gebe önümüzdeki elli yılda umarım bütün keşifler insanlığa faydalı olur. Acı çektirmez, gülümsetir. Dünyayı kurtarmak için ikinci bir şansımız olmayabilir.

7 Nisan 2008 Pazartesi

Küresel Isınma:Dünyamıza Neler Oluyor?


Küresel Isınma:Dünyamıza Neler Oluyor?
Her gün gazetelerde okuyoruz; buzullar eriyor, kar yağışları azalıyor, okyanuslar ısınıyor, atmosferde karbondioksit oranı artıyor, deniz seviyesi yükseliyor, orman yangınları artış gösteriyor, ırmaklar kuruyor, göller küçülüyor… Son zamanlarda herkes mevsim normalleri dışındaki hava olayları karşısında şaşırmış durumda. Bahar erken geliyor, çiçekler vaktinden önce açıyor, pek çok bölge kuraklık yaşıyor… Mercanlardaki hayat tükeniyor, hayvanların göç dönemleri değişiyor, salgın hastalıklar yayılıyor…
Yaşanan tüm bu değişiklikler, daha doğrusu tüm bu bozulmalar, adını sıkça duymaya başladığımız "küresel ısınma" ile yakından alakalı. "Dünya atmosferi ve okyanusların ortalama sıcaklıklarındaki artış" anlamına gelen küresel ısınma, son yıllarda rahatlıkla saptanabilir, hatta günlük hayatta hissedilebilir bir düzeye ulaştı. Önceleri bir komplo teorisi olarak görülebilen bu konu, bugün insanoğlunu tehdit eden ciddi bir tehlike olarak karşımızda duruyor.
Neler oldu?
Son yıllarda gazete ve televizyonlarda sürekli olarak küresel bir bozulmadan ve bu bozulmanın yol açtığı etkilerden bahsediliyor. Dünya, iklim değişikliklerinin yol açtığı felaketlerle boğuşmakta. Bunların başında da buzulların erimesi geliyor. Herkesi şaşkınlığa sürükleyen bu olay, kömür, petrol, doğal gaz, diğer bir deyişle fosil yakıtların tüketiminin yeryüzünde gözlemlenebilen etkisi. Araştırmacılara göre atmosferdeki karbondioksit oranı yüzbinlerce yıldır ilk defa bu kadar yoğunlaşmış durumda. Aşırı karbondioksit ve metan yerküreyi kuşatıp ısıtıyor ve böylece iklimler alt üst oluyor. Kloroflorokarbon gazlarının yoğunluğu karşısında atmosferin koruyucu tabakası ozon deliniyor, kutuplardaki buzullar eriyor.
Dünyanın dört bir yanından gelen haberler bu konuya daha fazla ilgisiz kalınamayacağını açıkça ortaya koyuyor. Afrika’nın en yüksek dağı olan Klimanjaro’nun karlarının ve Alp Dağları'ndaki buz kütlelerinin erimesi, Antarktika'nın parçalanmaya başlaması, son 10 yıl içinde Güney Kutbu'ndan neredeyse Connecticut eyaleti büyüklüğünde bir buz kitlesinin koparak ayrılmış olması bunlara etkili birer örnek. Bir diğer örnek ise buzul tabakasında Avrupa’nın kuzeyinden kutba kadar uzandığı belirlenen dev kırık. Avrupa Uzay Ajansı bu kırığın İngiltere’den daha büyük olduğunu ileri sürdü. Ajans ayrıca Norveç’in kuzey ucundaki Svalbard takımadalarıyla Sibirya’nın Severnaya ve Zemlya adalarından kutba uzanan bölgede geniş bir kırık bulunduğunu da belirtti.
Kuzey Kutbu'nda başgösteren gelişmeler ise duyanları hayrete düşürmekte. NASA’nın son verilerine göre Kuzey Kutbu’nda yıl boyunca daimi olarak görülen buzullar %14 oranında azalma gösterdi. Buradaki buzul tabakasının iklim sıcaklıklarındaki artış yüzünden küçüldüğü bildiriliyor. NASA araştırmacıları Kuzey Kutbu’ndaki buzulların eskisinden çok daha hızlı eridiğini ve dünyanın diğer bölgelerine oranla iki kat fazla ısındığını haber verdi. Bu durumun dünya ile okyanusun hassas eko-sistemini oldukça etkileyeceği bildiriliyor. NASA bilim adamları ayrıca son 30 yılda yerküre sıcaklığının her 10 yılda 0,2 derece artarak çok hızlı bir yükseliş gösterdiğine dikkat çekiyorlar.
Neler olacak?
Bilim adamları sera gazlarının salınımının yakın gelecekte yol açabileceği sorunları şöyle özetliyorlar:
- 2070'te dünya buzulsuz kalabilir ve bu da küresel çölleşmeye, deniz seviyesinin yükselmesine neden olabilir.
- - Kuzey Kutbu’ndaki buzullar 35 yıl sonra tamamen ortadan kalkabilir.
- - Buzulların erimesi kutup ayıları gibi bazı hayvan türlerinin yok olmasına yol açabilir.
- - Buzulların erimesinin deniz seviyesini yükseltmesi ile birlikte alçak kesimler su altında kalabilir.
- - Dünya küresel ısınma nedeniyle önümüzdeki 10 yıl içinde geri dönülmez bir noktaya gelebilir.
- - Ormanlar yok olabilir ve bununla birlikte çölleşme yaşanabilir.
- - Çölleşmenin ve kum fırtılarının olumsuz etkileri tarımcılığı yok edebilir.
- - Salgın hastalıklar önüne geçilemeyecek şekilde artabilir.
- - Ormanların çöle dönüşmesi ile canlı türleri yok olabilir.
- - Kuraklık başgösterebilir ve yiyecek stokları tükenebilir.
- - Yükselen deniz seviyesi kıyılara yakın tatlı su kaynaklarındaki tuz oranını artırabilir, bu da içme ve sulama suyu sıkıntısına neden olabilir.
- - Mercanlardaki canlılık yok olabilir.
- - Gezegendeki canlı türlerinin %30'u yok olma tehlikesiyle karşılaşabilir ve ekolojik denge buna bağlı da bozulabilir.
- - Göçler başlayabilir ve yüz milyonlarca insan uygun iklim koşullarında yaşamak umuduyla göç edebilir.
Küresel ısınmaya sebep insan
Çeşitli ülkelerden yaklaşık 500 bilim adamının biraraya gelerek oluşturduğu Hükümetler Arası İklim Değişimi Uzmanlar Grubu son 50 yılda giderek artan küresel ısınmanın %90 oranında insan eliyle meydana geldiğini ve yüzyıllarca devam edeceğini açıkladılar. Hazırladıkları rapora göre dünyanın, yüzyılın sonuna kadar 1.8 – 40C arasında ısınacağı, denizlerin 58 santimetreye kadar yükseleceği, kuraklığın bütün dünyayı saracağı düşünülüyor.
NASA iklim bilimcilerinden James Hansen da yerkürenin son 12 bin yıldan bu yana en yüksek sıcaklığı yaşadığını belirtti. Hansen'a göre karbondioksit gibi gazların son yıllardaki artışı dolayısıyla dünya, insanlığın neden olduğu tehlikeli bir kirlilik seviyesine doğru hızla yol almakta. Sanayileşme sonucu açığa çıkan metan gazı ve karbondioksit, açıkça, küresel ısınma felaketinin başlıca nedeni. Ünlü iklim bilimci yakın gelecekte ortaya çıkabilecek tehlikelere karşı ise şöyle uyarıda bulunuyor: 'Isınmadaki artışın 2 veya 3 dereceye varması durumunda, büyük olasılıkla, bildiğimizden farklı bir dünya ile karşı karşıya kalacağız..."
Elbette tüm bu bu olaylar, dünyanın yaşam için olağanüstü hassas bir şekilde ayarlanmış dengesini akla getirmektedir. Bilindiği gibi, gökyüzünde, karada ve denizlerde son derecede uyumlu bir yaşam dengesi vardır. Birbirlerinden çok farklı yapılara, renklere ve özelliklere sahip milyonlarca hayvan, bitki, böcek veya deniz canlısı, bu özel gezegen üzerinde hep birlikte yaşam sürmektedir. Hiç şüphe yok, dünya üzerindeki canlılığın yaratılışı kadar, sürekliliğinin sağlanması da büyük bir mucizedir. Bu süreklilik, Allah'ın (CC) yarattığı özel koşullara bağlıdır. Ancak insanların faaliyetleri sonucu atmosfere verilen gazlar, sera etkisi oluşturmakta ve dünya yüzeyinde sıcaklığı artırmaktadır. Oysa ki, insan müdahalesi olmadığı takdirde, normal düzeydeki sera etkisi, dünya üzerinde yaşamı mümkün kılan özel koşullardan birisidir; dünyada yaşam olması için gerekli sıcaklığı sağlamaktadır. Ancak su buharı, karbondioksit ve metan gazının yeryüzünde oluşturduğu doğal örtü, fosil yakıtların kullanılması ve sanayileşme sürecinde ormanların yok edilmesi ile, bu örtüyü oluşturan gazları aşırı düzeye çıkarmaktadır. Normal koşullarda dünyayı ısıtan güneş ışınları, yeryüzünden yansıyarak atmosfere geri dönmektedir. Sera gazlarının atmosferde bu denli yoğun olması durumunda ise, bazı ışınlar bu gazlar tarafından tutulmakta, böylece atmosferdeki ısı normalin üzerinde artmaktadır. Sonuç olarak, gerekli sınırın üzerindeki sera gazının atmosfere verilmesi, yeryüzündeki ince ve hassas dengeyi tamamen bozmaktadır.
Gelişmeler nasıl yorumlanmalı?
21. yüzyılın en büyük çevre problemi olan küresel ısınma konusunu bazı insanlar "sıradan doğa olayları" olarak görüp geçiyor olabilirler. Oysa dünyanın geleceğini etkileyen bu olaylar, bütün insanları ilgilendiren çok büyük ve önemli bir olayın habercisidir. Tüm bu olaylar Kuran'da ve Peygamber Efendimizin (sav) hadislerinde tasvir edilen kıyamet alametlerinin çıkışıyla yakından alakalıdır. İçinde bulunduğumuz çağ, kıyamet alametlerinin büyük bir kısmının tam anlamıyla meydana geldiği bir dönemdir. Günümüz dünyası, bu işaretlerin art arda ve apaçık tarif edildiği şekilde ortaya çıkmaya başladığına, daha önce benzeri görülmemiş birtakım gelişmelerin ilk defa yaşandığına şahit olmaktadır. İşte küresel ısınma da bu işaretlerden biridir.
Giderek ısınan dünya atmosferindeki dengelerin bozulması ve böylece iklim değişikliklerinin ortaya çıkmasıyla meydana gelen hortumlar, kasırgalar, tayfun ve fırtınalar dünyanın pek çok yerinde yıkıcı zararlara neden olmuştur. Bununla birlikte dünyanın dört bir yanında yaşanan seller birçok yerleşim merkezinin sular altında kalmasına yol açmıştır. Özellikle son yıllarda sıklık oranı iyice artan depremler, volkanlar ve tsunami dalgaları dünyanın birçok bölgesini muazzam şekilde tahrip etmiş, çok sayıda insanın ölümüne neden olmuştur. İşte tüm bunlar kıyametin haber verilen alametlerindendir. Allah (CC) Kuran’da şöyle buyurmaktadır:
"Artık onlar, kıyamet-saatinin kendilerine apansız gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri gelmiştir…" (Muhammed Suresi, 18)
Peygamberimizin (sav) hadislerinden biri ise şu şekildedir:
Büyük şehirler dün sanki yokmuş gibi helak olur. (Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyyil Ahir Zaman, S. 38.)

Deniz Yıldızları Hidrolik Basınç Kullanıyor


Deniz Yıldızları Hidrolik Basınç Kullanıyor
Deniz yıldızı, deniz altında yaşayan çok ilginç bir canlıdır. Deniz tabanında kollarıyla hareket eder. Kollarında özel emici kaplar vardır. Bunlar sayesinde istediği yere tırmanabilir. Planktonları yakalayıp yiyebilmesi de yine kollarındaki bu emici kaplar sayesinde mümkündür.
Deniz yıldızının kollarını nasıl hareket ettirdiğine gelince… İlginç canlı bunun için hidrolik basınç yöntemi kullanır. Kollarının içinde tüp biçiminde uzantılar vardır. Bu tüpler sıvıyla dolu bir iç boru sistemine bağlıdırlar. Kaslar boruları sıkıştırdığında hidrolik basınç oluşur ve bu sayede sıvı küçük uzantılara gönderilir. İşte bu sıvı basıncı, canlının bir ileri bir geri hareket edebilmesini sağlar.
Canlının bu ilginç özelliği karşısında akla şu soruların gelmemesi mümkün değil: Canlı, hareket edebilmek için özel bir boru sistemine ihtiyaç duyduğunu nereden biliyor? Kollarındaki bu sistemi kullanarak hidrolik basınç elde etmeyi nasıl başarıyor? Aklı ve şuuru olmadığı halde bütün bunları nasıl düşünebiliyor, nasıl uygulayabiliyor? Hiç kuşku yok ki, tüm bu soruların tek bir cevabı vardır; o da her şeyi en ince ayrıntılarıyla yaratan Allah'ın bu küçük canlıya da insanı hayrete düşüren üstün özellikler bahşetmiş olduğu gerçeğidir. Allah bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır." (Casiye Suresi, 4)

Hayvanlardan Öğrendiklerimiz


Hayvanlardan Öğrendiklerimiz
Bilim adamları doğadan ilham alarak insanların sorunlarına çözümler arıyorlar.
Bu noktada pek çok hayvandan esinleniyorlar.
Örneğin çekirgelerden!
Milyonları aşan sürüler halinde dolaşan çekirgelerin trafik sorununun normal şartlarda insanlarınkinden çok daha büyük olması gerek.
Ama onlar hiçbir sorun yaşamıyor ve birbirlerine hiç çarpmadan topluca uçup gidiyorlar.
Çünkü elektriksel bir duyuya sahipler.
Üzerlerine gelen cisme önce elektronik sinyal gönderiyorlar. Bu sinyaller sayesinde diğer çekirgenin yerini tespit ediyor ve hemen kendi yönlerini değiştiriyorlar.
Çekirgelerin bu özelliği bilim adamlarına esin kaynağı olmuş.
Bir süredir birbirlerini algılayacak araçlar planlıyorlar.
Bilim adamlarının üzerinde çalıştıkları bir başka teknoloji ürünü ise sessiz uçaklar.
Doğada bunun da örneği var; baykuşlar.
Baykuşlar kanatlarındaki kıvrımlar sayesinde doğadaki en sessiz uçuşu gerçekleştirirler.
Bu kıvrımlar türbülanstan kaynaklanan gürültüyü kesiyorlar.
Kanatlarını yumuşak hale getiren ince tüyler ise uçuş sırasında tüylerin birbirine sürtünmesinden kaynaklanan sesi ortadan kaldırıyorlar.
Bilim adamları baykuşlardaki bu özelliği uçak kanatlarına uyarlamaya çalışıyorlar.
Doğadan esinlenerek geliştirilen teknolojik ürünlere bir başka örnek ise tavuskuşlarından.
Bilim adamları şimdi de tavuskuşlarının tüylerinden örnek alarak toksik olmayan ve yeniden kullanılabilir olup ışığın yansımasıyla renklenen levhalar üretiyorlar.
Örnek alınan özellik ise şu:
Tehlike anında savunma amacıyla kuyruklarında bulunan renkli tüyleri açan tavuskuşlarının bu tüyleri aslında kahverengi pigmentlerden oluşuyor. Ama tavuskuşunun tüylerinde bulunan keratin proteini güneş ışığını çeşitli şekillerde kırıp yansıttığı için kahverengi tüyler renk alıyor ve biz de bu tüyleri rengarenk algılıyoruz.
Ve bilim adamları da tavuskuşunun bu özelliğini trafik ve okul uyarı levhalarında ve bilgisayar ekranlarında kullanıyorlar.

SAĞLIĞIN SIRRI DOĞAL İLAÇLARDA


SAĞLIĞIN SIRRI DOĞAL İLAÇLARDA
ZEYTİNYAĞI VE SOYA

Bilim adamları gece gündüz çalışıp çağımız insanının nasıl daha sağlıklı yaşayabileceğine dair çözümler arıyorlar. Son yıllarda yapılan araştırmalar, insanların yaşamlarına olumlu yönde etki eden çok önemli bulgular ortaya çıkardı. Teknolojinin hızlı gelişimiyle varılabilen bu sonuçlar, sonsuz rızık veren Allah'ın yarattığı birbirinden güzel nimetlerin farkına varmamıza vesile oluyor. Gerek doğada bulunan birbirinden yararlı besinlerin, gerekse vücudumuzun en küçük birimlerinde var olan olağanüstü sistemlerin her biri, "… yarattığı her şeyi en güzel yapan…" (Secde Suresi, 7) Allah'ın yaratışına duyduğumuz hayranlığı artırıyor. Zeytinyağı ve soya bu faydalı besinlerden sadece ikisi…
Ağrı kesici yerine zeytinyağı
Sızma zeytinyağının çok fazla yararı olduğu biliniyor. Son araştırmalar ise ağrı kesici etkilere sahip olduğunu da ortaya çıkardı.
Amerika'daki Monell Kimya Merkezi'nde yapılan araştırmalarda sızma zeytinyağında "Ibuprofen" adlı ağrı kesicilerde bulunan bir maddeye rastlandı. Günde 50 gram soğuk presle sıkılmış sızma zeytinyağının düzenli kullanımı, insan üzerinde, günlük olarak tavsiye edilen ağrı kesici madde dozajının %10'una denk gelen bir etki sağlıyor. Dolayısıyla önerilen miktarda sızma zeytinyağı yemek, migren gibi kronik ağrıların etkilerini azaltıyor.
Kansere karşı zeytinyağı
Zeytinyağı aynı zamanda kanser riskini de azaltmakta. Danimarkalı bilim adamları zeytinyağının, doymamış yağ oranının düşüklüğü ve içindeki antioksidanlar sayesinde kanser riskini azalttığını belirttiler. Beş Avrupa ülkesinde 20-60 yaş grubundan 182 erkekle yapılan incelemeler sonucunda günde 25 ml. zeytinyağı alanlarda, hücrelere zarar veren maddenin seviyesinde azalma görüldü.
“Soya” tüketin, kanserden korunun
Uzmanlar, soyayı temel alan beslenme modelini, insan sağlığı için en ideal model olarak görüyorlar. Beslenme ve tıp alanlarının yanı sıra tutkal, mürekkep ve sabun gibi 300’ün üzerinde endüstriyel ürünün üretiminde kullanılan bu bitkinin sağlığa olan yararlı etkilerine her geçen gün yenileri eklenmekte. İçerdiği yüksek kaliteli protein ile hem çocuklar hem de yetişkinler için sağlık kaynağı bir bitki olan soya, hayvansal gıdalara oranla daha az yağ içeriyor.
Soya fasulyesini bu denli önemli kılan, zengin bir protein kaynağı olmasının yanı sıra, insan vücudunun ihtiyaç duyduğu amino asitler açısından mükemmel bir denge oluşturması. İnsan vücudu tarafından üretilemediği için çeşitli besin kaynaklarından elde edilmesi gereken amino asit ihtiyacı, soya proteini tüketildiği takdirde dengeli olarak giderilmekte. Pek çok gıda maddesinde en az bir amino asit eksikken, soyada bu denge mevcut.
Çağın vebasına en etkili koruyucu
Soya, kanser hastalığından korunmak için insanların sık tüketmeleri gereken bir besindir. Yapılan birçok araştırma, bu gerçeği destekleyen sonuçlar vermiştir. Örneğin çeşitli soya ürünlerinden her gün 30 gr. soya proteini tüketen deneklerin, tüketmeyen deneklere göre kansere yakalanma risklerinin daha düşük olduğu gözlenmiştir. Bu çerçevede yapılan deneyler, soyanın yoğun olarak içerdiği bitkisel kimyasalların bir özelliğini ortaya çıkarmıştır. Yapılan yüzlerce çalışma, genistein isimli bitkisel kimyasalın, hormon ilişkili olsun ya da olmasın, pek çok tipteki kanserli hücrenin test tüpü içinde büyümesini engellediğini ortaya koymaktadır. Ayrıca araştırmalar, düzenli olarak soya proteini tüketen toplumlarda kanser türlerine, protein ihtiyacının büyük bir kısmını hayvansal ürünlerden karşılayan toplumlara oranla daha seyrek rastlandığını göstermektedir. Genistein isimli bitkisel kimyasal, anormal hücre oluşmasına neden olan enzimlerin aktivitesini ortadan kaldırarak bu etkiyi sağlamaktadır. Ve soya zengin bir genistein kaynağıdır.
Soya lifi kolesterolü düşürüyor
Kanda yüksek oranda kolesterol bulunması durumu, zamanla kalp krizi ve felç gibi hayati hastalıklara yol açmaktadır. Bu nedenle kandaki kolesterolü ve daha da önemlisi seyrek yoğunluğa sahip lipid oranını düşürmek, insan sağlığı için büyük önem taşımaktadır. Çünkü bu oran arttığında, kalp hastalığı riski de aynı oranda artmaktadır. Soya lifi ise kandaki kolesterol seviyesinin azalmasına, kan şekerinin düşmesine yardımcı oluyor. Bunun öncelikli nedeni ise doymamış yağ asidi yüksek olan soya yağı ile beslenilmesi durumunda, kötü huylu protein oranının azaldığının belirlenmesidir.
Ayrıca bütün bitkisel yağlar gibi, soya yağı kolesterolsüzdür. Doymuş yağlar açısından da fakirdir. Soya yağında Omega-3 ve Omega-6 adlarıyla bilinen iki tür yağ asidinin kendine özgü bir karışımı bulunmaktadır. İçeriğindeki Omega-3 yağ asitleri nedeniyle soya yağının kalp hastalığı riskini azalttığı da belirtilmektedir.
Günde 25 gr. soya proteini tüketilmesinin kalp hastalıkları riskini azaltacağı görüşü, 50 bağımsız araştırmanın sonucu olup Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi tarafından kabul edilmiştir. Yapılan araştırmalara göre günde 25 gr soya proteini, toplam kolesterolü (iyi ve kötü kolesterolün toplamını) % 9 civarında düşürmektedir.
Soyanın kolesterol üzerindeki bu azaltıcı etkisinin bir diğer nedeninin ise içerdiği Lesitin olduğu genel kabul görmektedir. Kolesterolün kanda yüksek oranlara ulaşmasını engelleyen ve karaciğerde fazla yağ birikmesini önleyen doğal bir madde olan Lesitin, aynı zamanda vücut yağlarını parçalayarak kandaki kolesterol düzeyini kontrol altında tutmaktadır.
Vitamin ve mineral hazinesi
Soya fasulyesi aynı zamanda zengin bir vitamin ve mineral kaynağı. Kalsiyum, demir, çinko, fosfor, magnezyum ve B vitaminleri soyanın içinde en fazla bulunan vitamin ve mineraller. Bu nedenle bilim adamları, sağlıklı bir yaşam ve dengeli beslenme için soya ve soyadan yapılan ürünlerin kullanılmasını öneriyor.

Yaşam İçin Vazgeçilmez Kaynak: Su


Yaşam İçin Vazgeçilmez Kaynak: Su
İNSAN suyun varlığına o kadar alışmıştır ki, su olmasaydı ne olurdu, pek düşünmez. Oysa su, Dünya’nın yaşam sürülebilen bir yer olmasının temel şartıdır. Yaşam için gerekli olan dengeler su sayesinde devamlılığını korur.
Yeryüzünün dörtte üçü suyla kaplıdır. Suyun önemli bir bölümü de gökyüzündedir; bulutların her birinde milyonlarca ton su bulunabilmektedir. Bunların bir kısmı zaman zaman yağış halinde yere iner. Şu an solumakta olduğunuz havanın içinde de belirli miktarda su buharı vardır.
Tüm bunların yanı sıra, insan vücudunun yaklaşık %75'i sudur. (Bu oran kişiye, vücut bileşimine, yaşa, cinsiyete ve diğer bazı faktörlere göre değişebilmektedir.) Bütün vücut dokuları su içerir. Örneğin kanın %83'ü ve çok sert görünmelerine rağmen kemiklerin %22'si sudur. Hayvan ve bitkilerde ise su %90 gibi yüksek bir oranda bulunabilmektedir. Kısacası susuz bir hayatın var olabilmesi mümkün değildir.
Sudaki eşsiz fiziksel ve kimyasal özellikler
TÜM sıvılar ısıları azaldıkça hacimlerini kaybederler. Bu durumda yoğunlukları artar ve soğuk olan kısımlar ağırlaşır. Bu nedenledir ki, sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Bu kurala tek uymayan sıvı sudur. Su, ısısı düşüp hacim kaybedince diğer sıvılardan farklı olarak genleşmeye başlar. Donduğunda daha da genleşir. Bu yüzden suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Fizik kurallarına göre buzun suyun dibine batması gerekirken su üstünde yüzmesinin sebebi budur. Suyun bu özelliği Dünya’daki yaşam açısından büyük önem taşımaktadır. Eğer suyun bu özelliği olmasaydı, Dünya üzerindeki suyun büyük bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde yaşam kalmayacaktı. Suyun bu mucizevi özelliği Dünya üzerindeki canlı yaşamının sürekliliğinde önemli bir rol oynamaktadır.
Isı kaybı olduğunda suyun yoğunluğu diğer sıvılarda olduğu gibi artsaydı, ne olurdu?
BU SORUYU şöyle de sorabiliriz: Buz suyun dibine batsaydı, ne olurdu? Bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde donma üstten değil, alttan başlayacaktı. Yüzeyde soğuğu kesen bir buz tabakası da olmayacağı için, alttan başlayan donma yukarı doğru devam edecekti. Bunun sonucunda okyanusların, denizlerin, akarsu ve göllerin büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline geleceklerdi. Hiç şüphesiz bu da sularda hiçbir canlının yaşayamamasına yol açacaktı. Bu durum kara canlılarının varlığını da olumsuz etkileyecek, Dünya ölü bir gezegen haline gelecekti.
Suyun bir başka önemli özelliği ise “gizli ısısı” ve “termal kapasitesi”dir. Buz eridiğinde ya da su buharlaştığında etraftan ısı çekilir. Bunun tersi gerçekleştiğinde ise dışarıya ısı verilir. Bu, gizli ısı olarak bilinir. Bütün sıvılar bir gizli ısıya sahiptirler. Suyun gizli ısısı olağanüstü yüksektir. Bunun yanı sıra suyun ısısını bir derece artırmak için gereken ısı miktarı, yani termal kapasitesi de diğer sıvılarınkinden çok daha yüksektir. Suyun termal kapasitesi ile gizli ısısının yüksek değerlerde olması, denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha geç soğumalarına yol açar. Bu da, kara üzerindeki ısı farklılıklarının yaşanabilir oranda seyretmesine neden olmaktadır.
Suyun bir diğer özelliği olan “termal iletkenliği” sayesinde ise penguen, fok gibi kutup hayvanları denizin üzerindeki buzları delip aşağıdaki suya ulaşabilmektedirler. Termal iletkenlik ısıyı iletebilme gücüdür. Suyun termal iletkenlik gücü diğer sıvılardan en az dört kat daha yüksektir. Buzun ve karın termal iletkenlikleri ise düşüktür. Bu şu demektir: Hava -50°C bile olsa, buz, altındaki su tabakasına soğuğu çok az iletir. Bunun sonucunda denizin üstündeki buz tabakası 1-2 metreyi geçmez. Böylece kutup hayvanları yüzeydeki buz tabakasını kolayca kırabilirler.
Suyun tüm bu özellikleri sayesinde yaz ile kış veya gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkları hep canlıların yaşamlarını devam ettirebilecekleri sınırda kalmaktadır.
Dünya üzerindeki su miktarı daha az olsaydı, ne olurdu?
GECE ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark aşırı derecede artarak karaların büyük kısmı çöle döner, yaşam imkansız hale gelir ya da en azından çok zorlaşırdı.
Vücut için en gerekli besin öğesi
SU aynı zamanda vücudumuzdaki birçok işlevin yerine getirilmesi için de olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır. Hücre içinde ve dışında vücutta gerçekleşen tüm fonksiyonlarda suya ihtiyaç vardır. Hücrelerde oksijen ve besin öğelerinin taşınması, gerek duyulmayan unsurların vücuttan atılması su ile mümkün olabilmektedir. Su aynı zamanda eklemlere ve organlar ile dokuların korunmasına destek sağlar.
Vücut fonksiyonlarının düzenli olabilmesi için vücuda sürekli su takviyesinde bulunmak gerekir. 0.5-1 kilogramlık su kaybı hemen susama hissini oluşturur. Susama hissi Rabbimizin insanlara verdiği çok önemli bir nimettir. Nitekim vücuttaki sıvı miktarının azalması hayati risk oluşturmaktadır. Bizler bu uyarının yaşamsal öneminin farkına bile varmadan, belki sırf susama hissimizi gidermek için su içerken, vücudumuz ihtiyaç duyduğu besine ulaşmaktadır.
İnsanlar vücutlarındaki proteinlerin yarısını ya da karbonhidratların tamamını yitirseler bile hayatlarına devam edebilirler. Ama % 10'luk bir su kaybı vücutta büyük aksaklıklara, % 20'lik su kaybı ise ölüme yol açmaktadır.
Suyun sahip olduğu tüm özellikler, bu sıvının canlılık için özel olarak yaratılmış olduğunu göstermektedir. Allah (c.c.) yaşamımızı sürdürmemiz için suyu yaratmış, sayısız özellik vererek onu canlılık için vazgeçilmez kılmıştır. Bir ayetinde Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
De ki: Haber verin; eğer suyunuz yerin dibine göçüverecek olsa, bu durumda kim size bir akar su kaynağı getirebilir? (Mülk Süresi, 30)

BEYNİMİZİ NE KADAR TANIYORUZ?


BEYNİMİZİ NE KADAR TANIYORUZ?
Biz meyve suyumuzu yudumlayarak elimizdeki dergiyi okurken, televizyon seyrederken, markette alışveriş yaparken, caddede karşıdan karşıya geçerken veya arkadaşlarımızla sohbet ederken vücudumuzda milyarlarca işlem gerçekleşir. Ve bizler, farkında bile olmadığımız bu işlemler sayesinde yaşamımızı devam ettiririz. Peki nasıl olur da bu kadar çok işlem sırasında hiçbir karışıklık yaşanmaz?
nyanın En Gelişmiş Kontrol Merkezi
Yaşamımızı sağlayan tüm işlemler Allah'ın büyük bir mucize olarak yarattığı beyin tarafından kontrol edilmektedir. Tüm duyularımızı kontrol eden merkez de beyindir. Dış dünyayı görüp duymamız, yediğimiz yemeğin tadını almamız, üzerimizdeki kazağın yumuşaklığını hissetmemiz, çileğin kokusunu almamız, düşünmemiz, konuşmamız ve daha pek çok işlem beynimiz tarafından sağlanmaktadır. Peki ama nasıl?
Hiç kuşku yok milyarlarca işlemin bir merkezde birarada yürütülmesi için, o merkezin yapısının olağanüstü sağlam ve eksiksiz olması gerekir. Nitekim beynimizin yapısı da bu mükemmelliktedir. Beynimizde üç tür hücre bulunmaktadır: Nöron adı verilen ve birbirleriyle bağlantılı olan sinir hücreleri, nöronları destekleyen gliyal (yardımcı) hücreler ve beyin içindeki damarları oluşturan kardiyovasküler (kalp-damar sistemine ait) hücreler.
Nöronların sayısı yaklaşık 10 milyardır. Tüm nöronlar bir çekirdek, elektrik sinyalleri taşıyan 'dendrit' adı verilen kısa lifler ve sinyalleri uzağa taşıyan 'akson' adı verilen uzun bir lif içerirler. İplik kadar ince olabilen sinir hücresi, yaklaşık 1 metre uzunluktadır. Nöronlar akson ve dendritler sayesinde vücudun en uzak noktalarına kadar beynin mesajlarını iletirler. Üstelik bu mesajlar nöronlar arasındaki "sinaps" denilen boşluklara rağmen kesintisiz aktarılır. Her bir nöronda 10.000 civarında sinaps vardır. Bu, bir nöronun aynı anda 10.000 ayrı sinir hücresi ile bağlantı kurabileceği anlamına gelir. Dünyada tek bir telefon şebekesi üzerinden aynı anda yüz milyonlarca telefon görüşmesi yapılacağını farz edelim… Beynin kapasitesi bu kapasitenin çok üzerindedir: İnsan beyni, içindeki sinapslar aracılığıyla aynı anda bir katrilyon (1.000.000.000.000.000) haberleşme yapabilir.
10 milyar nöron bağlantısının var olduğu herhangi bir merkezi gözünüzün önüne getirin… Burada türlü karışıklıkların yaşanması son derece olağandır. Oysa beyinde işler hiçbir sorun olmadan bir ömür boyunca devam ettirilir. Bizler beynimizde neler olup bittiğini bilmeden rahatça yaşam sürer, söz konusu milyarlarca bağlantının yardımıyla istediğimiz gibi hareket ederiz. Birbirinden bağımsız işleri birbirine karıştırmadan aynı anda gerçekleştiririz. Eğer biz otomobil kullanıp aynı anda müzik dinlerken bir yandan da kalp atışlarımızı düzenlemekten, kanımızdaki oksijen miktarını veya vücut ısımızı sabit tutmaktan ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz kadar işlemi devam ettirmekten sorumlu olsak, hiç kuşkusuz bunları başaramayız. Ama tüm bunlar beynimiz tarafından durmaksızın hesaplanmaktadır. Üstün bir yaratılışa sahip olan beyin, her an her dakika vücuttaki sayısız işlemi düzenlemekte, yönetmekte ve denetlemektedir. Sinir sistemi, duyuların beyne gönderdiği mesajları beynin ilgili merkezine ulaştırmaktadır. Bu mesajlar sayesinde insanın bütün yaşamsal faaliyetleri kesintisiz olarak devam etmektedir. Vicdanıyla düşünen her insan kolaylıkla fark eder ki, bu son derece karmaşık ve kusursuz yapısıyla beyin, Allah'ın (C.C) benzersiz yaratma sanatının büyük bir delilidir.
Beyindeki Üstün Yaratılış
Nöron adı verilen sinir hücreleri bebeğin anne karnında bulunduğu dönemin beşinci haftası ile beşinci ayı arasında oluşur. Bu hücreler yumurtanın ilk bölünme evrelerinde ortaya çıkan ve sinir hücrelerini oluşturmakla görevli olan tek bir hücrenin sonraki evrelerde bölünmesiyle meydana gelir.
İşte burada çok büyük bir mucize gerçekleşir. Hücreler, tek bir hücrenin bölünmesiyle meydana geldikleri halde birbirinden biçim ve işlev olarak farklılaşmaya başlarlar. Hepsi beynin bir parçası olsa da, her biri büyük bir düzen içinde farklı işlevdeki hücre gruplarını oluştururlar. Bölünen sinir hücreleri kümeleri, bulundukları yerden beynin dış kısmına doğru hareket ederler.
Nöronlar, uzantıları olan akson ve dendritler yardımıyla diğer hücrelerle fiziksel bağlantılar kurarlar. Bu bölünme devam ettikçe beyin gelişmeye başlar ve beşinci ayın sonunda da bütün işlevleriyle birlikte tamamıyla oluşur. Ve unutmamak gerekir ki, olağanüstü bir düzen içinde meydana gelen tüm bu işlemler yeryüzündeki bütün insanlarda aynı şekilde işler.
Açıktır ki, beynin yapısı ve özellikleri üzerinde dikkatle düşünmek gerekmektedir. Hücreler adeta akledebilen bir varlık gibi nasıl hareket edebilmekte ve hiç yanılmadan, hiçbir hatada bulunmadan beyni meydana getirebilmektedirler? Düşünme, karar verme, bilinçli hareket etme gibi vasıflara sahip olmadıkları halde nereye gideceklerini, ne yapmaları gerektiğini nereden bilmektedirler?
Hiç kuşku yok, sonsuz akıl ve kudret sahibi olan Yüce Allah evrenin her noktasını büyük bir düzen ve uyum içinde yarattığı gibi, insan beynini de eşsiz bir mükemmellik ile yaratmıştır. Beyindeki muazzam sistem, "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: 'Ol' demesidir; o da hemen oluverir." (Yasin Suresi, 82) ayetinde bildirildiği gibi, Allah'ın emriyle bütün bu üstün özelliklere sahip olarak yaratılmıştır. Hücrelerin tüm bağlantıları, sinyallerin beyne ulaştırılma yöntemleri, sinirlerarası haberleşme mekanizmaları gibi beynin sahip olduğu kompleks sistemlerin her biri, gösterdikleri yaratılış delilleriyle apaçık birer mucizedir. Dünyanın en gelişmiş bilgisayarları bile böyle bir işleyişe sahip değildir. Yeryüzündeki bütün insanlar kendilerine bahşedilen bu konfordan yararlanmaktadırlar. İnsan, kendisi için bu çok değerli nimete sahip olmak için fazladan bir çaba sarf etmez, çünkü bu mucizevi sisteme sahip olarak doğar. Ona düşen, Allah'ın varlığının benzersiz delillerini görmek ve Allah'ın kadrini takdir edebilen insan olmayı hedeflemektir.
Şaşırtıcı Bir Gelişme
Bilimsel araştırmalar beynin fonksiyonlarına ve sırlarına bir adım daha yaklaşmayı mümkün kılmaktadır. Yapılan son bir araştırma beyinle ilgili yine şaşırtıcı bir gerçeğin daha ortaya çıkmasına yardımcı oldu.
Bilindiği gibi, insan beyni ve kafatası elektrik iletkenliği özelliğine sahip. Beyinde milyarlarca elektrik yüklü hücre var. Minnesota Üniversitesi profesörlerinden Japon bilim adamı Bin He ve ekibi ameliyat olmayı bekleyen epilepsi hastası iki çocuğu incelediler ve beyinde epilepsiye neden olan bölümlere elektrodlar yerleştirdiler. Doktorlar, kafatasının dışına takılan ayrı bir elektrod sistemiyle, çocukların beyin faaliyetlerini karşılaştırdılar. Yapılan araştırma, beynin kafatasına oranla yaklaşık 25 kat daha fazla elektrik yüklü olduğunu gösterdi.* Bu araştırma gelecekte yapılacak tedavi çalışmaları için büyük önem taşıyor.
http://www.livescience.com/humanbiology/061214_skull_conductivity.html

30 Mart 2008 Pazar

18 Mart 1915 Deniz Zaferi


Çanakkale Deniz Savaşları'nın Nedenleri

Birinci Dünya Savaşı başladığında Almanya, Orta Avrupa’daki pozisyonuyla, İtilaf devletlerine dahil olan Rusya ile İngiltere ve Fransa’nın direkt irtibatını kesmiş bulunuyordu. Savaşın başarısı, İtilaf cephelerinde birbiriyle etkin bir şekilde yardımlaşmaya bağlıydı.Düşmana karşı üstünlüğü ele geçirmek için Rusya’nın sonsuz insan gücünden yararlanmak gerekiyordu. Bunun için donatım, silah, cephane ve mali yardıma ihtiyaç vardı. Boğazlar açılmadıkça Rusya’ya gerekli yardım sağlanamayacak ve büyük askeri gücü olan Almanya’yı yıkabilecek gerçek biçimde işbirliği yapma olanağı bulunamayacaktı.
İtilaf devletlerinin savaşı kısa sürede bitirebilmesi, Rusya’nın yanında güçlü bir şekilde Asya ve Avrupa cephesinde Almanlara karşı savaşmasıyla mümkündür.ancak batının yardımı olmaksızın Rusya bu gücü gösterememekteydi. Bu durumda Rusya’daki hammaddelerin batıya ve batının mamul maddelerinin Rusya’ya ulaştırılması için çareler aranmalıydı. Bunu için dört yol vardı;
􀂾 Baltık denizi yolu, Almanların kontrolü altındadır.

􀂾 Avrupa üzerinden Rusya’ya ulaşmak , Almanlar bu cepheyi tamamen kapatmaktaydı.

􀂾 Kuzey kutup deniz yolu, Kuzey Denizi yılın 9-10 ayında buzlarla kaplıdır, geçit vermez.

􀂾 Londra’yı Odessa’ ya bağlayan en yumuşak yol, Çanakkale ve İstanbul boğazları yolu görünmekteydi. O halde boğazları zorlayarak açmak, Rusya’ya yardımlarını ulaştırmak için tercih edilmekteydi.
Çanakkale Cephesinin açılmasına sebep olan diğer hususları şöyle sıralamak mümkündür.
􀂾 Türkiye’nin Süveyş kanalı ve dolayısıyla Hind Denizi yolu üzerindeki baskılarına son vermek.

􀂾 Savaşa katılmakta tereddüt eden Bulgaristan’ı Almanya’ya kaptırmadan İtilaf devletlerinin yanında savaşa sokmak.

􀂾 İstanbul’u zaptederek, müslüman dünyasını etki altına almak ve Halife’nin ilan ettiği Cihad-ı Mukaddesi tesirsiz kılarak, İslam dayanışmasını çökertmek.

􀂾 Almanların 1915 baharında yapacağını hesapladıkları Büyük taarruz için bu devletin dikkatini Çanakkale’ye çekerek, Avrupa cephesinden buraya kuvvet kaydırmalarını sağlamak.3
Diğer bir neden de Kafkaslardaki Türk tazyikini bertaraf etmek düşüncesiyle Çanakkale boğazına denizden bir saldırı yapılması fikriydi.
Bu düşüncenin de ana fikri; Osmanlı devletini meşgul ederek Rusya’nın Kafkas cephesinde başarılı olmasını temin etmekti.
Bu harekatın başarıyla sonuçlanması durumunda elde edilecek siyasi sonuçlar çok değerliydi. Türklerin Mısır’a karşı beliren, taarruz tehlikesi ortadan kalkacak, Balkanların İtilaf devletlerine katılması sağlanacak, Arapların çekingen durumlarına ve İtalyanların kuşkusuna son verilecekti. Boğazın açılması ayrıca ekonomik yararlar sağlanacaktı. Rusya’nın yiyecek ve yem depoları Akdeniz’e akacak, Batı devletlerini korkutan yiyecek sorunu çözülecekti. Rusya’nın mali durumu düzelecek; ayrıca Karadeniz limanlarında hapsolan 120 parça ticaret gemisi kurtarılarak bağlaşık devletler bunlardan yararlanma olanağı bulacaktı.
25 Kasım 1914’te Bahriye Nazırı Churchill savaş kabinesine Çanakkale Boğazına taarruz edilmesini önerir.
Boğazın Donanmayla Geçilmesinin Kabul Edilmesi
25 Kasımdaki konsey toplantıları Churchill’in umduğu gibi geçmedi. İngiliz Harbiye Nazırı Lord Kitchener, Fransa cephesinde bu kadar sıkışık bulunduğu şu sıralarda, Çanakkale seferi için burada kara birlikleri veremeyeceğini kesinlikle bildirmişti. Fransa ordularıbaşkomutanlığı da aynı düşüncedeydi, Churchill’in önerisine şiddetle karşı çıkıyordu.
Churchill’in çok beklemesine gerek kalmadan müthiş bir fırsat doğuverdi. 2 Ocak 1915’de Rus başkenti Petrograd’ daki İngiliz büyükelçisinden bir telgraf geldi. Rus Çarı Lord Kitchener’ den Türklere karşı deniz yada karada askeri bir gösteride bulunmasının mümkün olup olmayacağını sormakta; ve böyle bir harekatla Türklerin Kafkasya’dan bir kısım kuvvetlerini çekmek zorunda kalacaklarını ve bunun da Ruslar’ın yükünü hafifleteceğini bildirmektedir.
Churchill 3 Ocak 1915’te Çanakkale açıklarındaki, Müttefik Donanma Komutanı Amiral Carden’e şu mesajı gönderdi:
“Boğazları yalnız deniz kuvvetleriyle zorlamak sizce mümkün müdür? Mayınlara karşı kömür gemilerini sürerek, eski gemilerin kaybınıgöze alabilirsiniz. Fikrinizi bana bildiriniz.”
Amiral Carden’in yanıtı 5 Ocak’ta geldi:“Boğazların bir zorlama ile geçemenin mümkün olabileceğini sanmıyorum. Zorlama geniş ölçüde bir harekata bağlıdır ve çok sayıdagemiye ihtiyaç gösterir.”25 Kasım 1914’ten beri Bahriye Churchill’in bitmeyen gayretleri, bir buçuk ay sonra nihayet semeresini verdi. 28 Ocak 1915’te Savaş Komitesi Çanakkale Boğazı’nın yalnız donanmayla geçilmesine karar verdi.

18 Mart 1915 Deniz Zaferi

Sıra artık Amiral Carden’in planının üçüncü ve dördüncü devrelerini uygulamaya gelmişti. Bu plan başarıyla uygulanırsa boğazdaki mayınlar temizlenecek, en dar yerdeki (Kilitbahir-Çanakkale) kara tahkimatı (iç savunma bölgesindeki tabyalar) tahrip edilecek ve Marmara’ya çıkılacaktı. Lakin Goeben ve Breslau’nun peşinden Çanakkale ağzına geldiği 10 Ağustos 1914’ten beri yedi aydır üstlendiği görevler ve Ege’nin tuzlu sularında geçirilen zor kış ayları, Carden’i sağlık yönünden çok yıpratmıştı , hastaydı ve son harekatı yürütecek gücü kalmamıştı. Doktorların kesin raporu üzerine, görevi Amiral De Robeck’e devrederek 16 Mart’ta Londra’ya hareket etti.
26 Şubat, 17 Mart arasındaki günleri İtilaf devletleri donanması mayın arama tarama faaliyetleriyle geçirdi. Bu arada bazı bölgelere tahrip müfrezeleri çıkarılarak, susturulmuş topların tahribine çalışıldığı gibi; methalle merkez arasında ve merkezde bulunan bazı bataryalarda bombardıman edildi. 17-18 art gecesi üç muhriple yedi mayın arama tarama gemisi saat 22:00’den 02:00’a kadar süren son aramalarını yaparak, methalden Kepez Burnu’na kadar olan bölgenin temiz olduğunu rapor ettiler. Halbuki 8 Mart 1915 günü Nusrat mayın gemisi Erenköy koyuna 26 mayın dökmüştü. Bu mayınları düşmanın fark edememiş olduğu 18 Mart günü cereyan edecek muharebede anlaşılacak vedüşman keşfedemediği, temizleyemediği bu mayınları serseri mayın olarak niteleyecektir.
Türk tarafında ise tabyalarımız olası bir saldırı için hazırlıklarını tamamlamışlardı. 8 Mart’ ta müttefikler tarafından temizlenen Karanlık Liman yeniden mayınlanmıştı.
18 Mart 1915 Perşembe günü erken saatte Alma pilot Yüzbaşı Serno ve gözetleme subayı Yüzbaşı Schneider keşif için uçakla Çanakkale havaalanından havalanmışlardı ve Bozcaada önlerinde hareketlenmekte olduğunu bildirmişlerdi. Az sonra pilot Cemal’de Ertuğrul adlı uçağı ile havalanarak aynı bilgileri doğrulayacaktı. İlk haberle birlikte Çanakkale Türk Cephesi hareketlenmişti. Her tarafa alarm verilmiş, denizi ile Mehmetçikler savaş yerine koşmuş , komuta yerlerinde dürbünler Boğaz açıklarına, deniz ufkuna çevrilmişti.
Amiral De Robeck, bir gün önceki komutanı Amiral Carder’in planını aynen uyguluyordu. Buna göre donanma savaşa birbiri ardına üç grup halinde girecekti.
Birinci Grup: Bizzat Amiral De Robeck komutasında, Queen Elizabeth, Agamemnon, Lord Nelson, İnflexible adlı dört güçlü İngiliz zırhlısından oluşuyordu.
Bu grubun görevi, en önde boğaza girerek , uzak mesafede, 13 kilometreden merkez tahkimatını ateş altına almak ve arkadan gelip ileriye geçecek diğer gruplara destek sağlamaktı.
İkinci Grup: Fransız Amiral Quepratte komutasında, Gaulois,Charlemagne, Bouvet, Suffren adlı dört Fransız zırhlısından oluşuyordu. Bu grup, ikinci sırada bulunacak, 1,5-2 saat sonra emirle birinci grubun önüne geçecek ve 5-6 kilometreye kadar sokularak merkez tahkimatının imha işine katılacaktı.
Üçüncü Grup: On eski İngiliz zırhlısından kuruluydu. Prince George, Majestic, Vengeance, İrresistible, Albion, Ocean, Triumph, Swiftsure, Corn Wallis, Canapos.
İkinci gruptan iki saat kadar sonra ileriye çıkarak onun yerini alıp savaşmaya hazır olacaktı.
Bunlardan başka her grubun yanında mayın koruması için mayın tarama gemileri, orta bölgedeki küçük Türk topçusu sindirilecek kruvazörler, muhripler bulunuyordu.41 Böylece o tarihte Amiral De Robeck emrinde 12’si İngiliz, +’ü Fransız olmak üzere 16 zırhlı, 4 Kruvazör, 14 muhrip, 6 uçak, 1 uçak gemisi, 5’i İngiliz 2’si Fransız 7 Denizaltı, 21 Mayın tarama gemisi, 30’dan fazla bot, 1 muhrip ana gemisi, 1 gambot ve çeşitli yardımcı gemilerden oluşan toplam 100 parçalık büyük bir donanma vardı.
Plana göre kalan mayınların temizlenmesine bombardımanın ikinci saatinde mayın tarama gemileriyle başlanacak ve Çanakkale’ye kadar 800 metre genişlikte bir koridor açılacaktı. Aynı saatlerde bazı gemiler boğazın dışında, Gelibolu yarımadasının batısında çıkarma yapılıyormuşçasına gösteride bulunacak, bir kruvazör bu sahilde aşırma ateşleriyle merkez tahkimatını ateş altına alacak, diğer bir ağır kruvazör güneyde Kumkale açıklarında Anadolu yakasındaki hedefleri bombardıman edecekti.
Limni, Gökçeada ve Bozcaada’dan hareket eden gemilerin, Boğaz ağzında üç grup halinde savaş düzenini almaları bir saatten fazla sürmüş, sonra saat:10:05 ’te mayın tarama gemilerini koruyan iki kruvazör eşliğinde donanma öncüleri Boğazdan içeriye girmeye başlamışlardı.
Kruvazörlerin hemen arkasından saat 10:30’da Agamemnon’un kılavuzluğunda Amiral De Robeck’in bulunduğu en güçlü gemi, Qeen Elizabeth ve diğer üç zırhlıdan oluşan birinci grup Boğaz!a girerek yerlerini aldılar. Üçüncü gruptan Triumph ve Prince George’da, büyük zırhlıların iki kanadında ilerlemekteydi.
Triumph savaş gemisi saat 11:15’te ilk atışı ile savaşı başlattı. Düşmana karşılık Mesudiye ve Dardanos tabyalarından verildi. Türk savunma planına göre gemiler topçuların menziline girinceye kadar pusuda beklenecek ve menzil içine girer girmez baskın tarzında ateş açılacaktı.
Birinci grubun dört büyük zırhlısı ateşe az sonra, saat 11:30’da başladı. Bunlar merkez tahkimatını hedef seçmişlerdi. Qeen Elizabeth, Anadolu Hamidiyesi, Agamemnon Rumeli Mecidiyesi, Lord Nelson Namazgah ve İnflexible de Rumeli Hamidiyesi’ni hedef almışlardı. Bu sırada düşmana ateş eden sadece ortadaki küçük topçulardı. Bunlar yer değiştirerek görevlerini yerine getiriyorlar, düşmanın derinlikteki merkez tahkimat topçusunu rahatça dövmesini engelliyorlar ve ateşleriyle düşman mayın tarama gemilerinin ileri sokulmasınıönlüyorlardı.
35 dakika kadar süren bu tek taraflı bombardımandan sonra Amiral De Robeck, geride sessizce bekleyen ikinci grubun ileriye geçmesi için emir verdi. Fransız Amirali komutasındaki dört Fransız zırhlısı saat: 12 sıralarında harekete geçti. Gaulois, Charlemagne soldan;Bouvet ve Suffren sağdan birinci hat İngiliz zırhlılarını geçerek ileriye yanaştılar. Fransızlar şimdi merkez tahkimatındaki ağır Türk topçularının etkili menziline girmişti. O zaman kadar suskun kalan Türk ağır topçuları birden ateşe başladılar. İlerleyen dakikalarda hem birincigruptaki Fransız, hem de ikinci gruptaki İngiliz zırhlıları ölümcül yaralar aldı. Fransızların Bouvet zırhlısı, özellikle Rumeli Mecidiyesinin ateşleriyle ağır yaralandı. Fransız Gaulois ve Charlemagne’da da hasar vardı.Fransız Suffren zırhlısı da 14 dakikada 14 mermi isabet etmiş, gemide yangınlar çıkmıştı.
Bir taraf yeni ve seri ateşli toplara sahipti, diğeri daha eski ve çoğunlukla adi ateşli toplarla dövüşüyordu. Müttefiklerin 276 topuna karşılık, Türklerin savaşa katılan 78 topu vardı. Bir tarafın elindeki bol cephaneye karşı diğer taraf elindeki kısıtlı cephaneyi sakınarak kullanmak zorundaydı. Kuşkusuz Türk tarafında ad kayıplar vardı.
Toplardan bazıları isabet alarak saf dışı kalmış, bazıları arızalanarak ateş edemez hale gelmiş, bazıları da toprak altında kalmıştı. Telefon telleri deyer yer koptuğundan, toplarla gözetleme ve komuta yerleri arasında bağlantı sağlanamıyordu. Bu da ateşe devamı engelliyordu. Bu sebeplerle saat 14:00’ e doğru Türk ağır topçusunun ateşlerinde bir yavaşlama sezilmekteydi.
Türk topçusundaki bu azalma Amiral De Robeck’ i ümitlendirdi. Mayın tarama gemilerine muhriplerin kontrolünde ve korumasında ileri çıkmaları için emir verdi. Üçüncü gruba planlanan zamandan 1,5 saat evvel ön saftaki Fransızların yerini almasını bildirdi. Bunun üzerine gerideki üçüncü grup İngiliz zırhlıları onlara yer açmak üzere büyük bir çark hareketiyle çekilmek üzere hareketlendikler. Düşman mayın tarama gemileri bugüne kadar ancak en öndeki iki sıra mayını temizleyebilmişlerdi. Hiç kimsenin Nusrat’ın mayından temizlenmiş alan gizlice yeni mayın döktüğünden haberi yoktu. İşte o günkü savaşın kaderini saptayacak alanda bunlardı. Üçüncü gruptaki İngiliz gemilerinin ikinci grup Fransız gemilerinin yerini almak üzere ileri yanaşmaları üzere ileri yanaşmaları boğazın en geniş yeri olan Karanlık Liman önlerinde trafiği karıştırmıştı. Nusrat’ın mayınları da bu sırada müthiş bir sürpriz halinde ortaya çıktı.
Fransızların Bouvet zırhlısı saat 14:00’de Nusrat’ın döşediği mayınlara çarptı, bordosunda görülen yoğun bir dumandan sonra , üç dakika içinde battı. Personelin hemen hepsi (604 kişi) gemiyle birlikte sulara gömüldü.
Bu sırada saat 16:00’a doğru birinci gruptan olan ve sabahtan beri topçu ile çarpışırken bir hayli yara alan İngiliz İnflexible zırhlısının bir mayına çarptığı ve geminin tehlikeli bir şekilde yatmaya başladığı görüldü. Geriye çekilerek kendini kurtarmaya çalışıyordu. Aradan daha on dakika geçmeden aynı felaket İngiliz İrresistible zırhlısının başına da geldi. O da 16:10 sıralarında yine Nusrat’ın mayınlarından birine çarptı. Hareketsiz kalan geminin mürettebatı Amiral Gemisi Qeen Elizabeth’e alındı. Türk topçularının ateşiyle de az sonra sulara gömüldü. Bu koşullarda harekata devam etmek donanmanın mahvına sebep olabilirdi. Amiral De Robeck geri çekilme emrini verdi. Bu sırada saatler 17:50’yi gösteriyordu ve savaş başlayalı 6,5 saat olmuştu.
Çekilme emrinden 15 dakika sonra İngiliz Ocean zırhlısı Nusrat’ın bir başka mayınına çarptı. Ocean’ da biraz önce imdadına koşmaya çalıştığı İrresistible gibi boşaltıldı ve kaderine terk edildi. Az sonra Türk topçusu onun da işini bitirecek ve sulara gömülecekti.
1915 yılı Mart ayının o Perşembe günü akşam karanlığı basarken yenilmez kabul edilen muhteşem donanma hırpalanmış, yaralanmış, üç büyük zırhlısını geride bırakmış, o cehennem boğazından uzaklaşmaya çalışıyordu. Öğle saatlerinde başlayıp akşama doğru biten bu bir günlük Boğaz savaşında, savaşa büyük ümitlerle başlayan büyük donanmanın kaybı, bu gamı arttıracak bir boyuttaydı.
Fransız Bouvet, İngiliz İrresistible ve Ocean zırhlıları batmış, İngiliz İnflexible, Agamemnon ve Fransız Suffren , Gaulois zırhlıları görev yapamayacak şekilde ağır hasara uğramıştı. Bu donanmanın savaş gücünün üçte biri gibi önemli bir oranıydı. Ayrıca 2 muhrip ve 7 mayın tarama gemisi de batmıştı. Donanmanın asker kaybı da 900 kişiyi bulmaktadır.
Türk tarafının kaybına gelince, bugünkü savaşta 58 şehit ve 74 yaralı vermişti. 9 top elden çıkmış tabyaların tahkimatında ağır hasarlar 20 meydana gelmişti. Çanakkale şehri ve karşısındaki Kilitbahir köyünün bir bölümü yanmış ve yıkılmıştı.48 Almanların kaybı da 18’dir.
İngilizler bugünkü savaşta öğleden sonra ateşimizin zayıflamasından cephane sıkıntısı çektiğimizi anlamışlardı. Bunun içinde üçte bir kaybımıza rağmen ertesi günde savaşı sürdürmeyi düşünenler vardı. Ancak uzun tartışmaların sonunda gemilerin üçte biri yeni bir saldırıyla elden giderse İngilizler deniz egemenliğini ve üstünlüğünü kaybedebilirlerdi.50 İşte bu denli endişeyle boğazı denizden geçmek düşüncesini ertelemek zorunda kaldılar.
Eğer ertesi gün düşman yeniden taarruz etseydi belki kazanabilirdi. Çünkü bu harpte Türk ordusunun cephanesi bitmişti. Fakat yedikleri takattan maneviyatları o kadar kırılmıştı ki taarruz edemediler. Bu darbe düşmanları manen çok sarstı. Büyük bir şaşkınlık ve kararsızlık içinde kaldılar.51 Boğazın dışındaki77 bin kişilik kuvvetlerini karaya çıkararak taarruz edecek yerde, manasız bir hareket olarak bu kuvveti Mısır’a sevkettiler.
Sonuç
İtilaf devletleri Çanakkale Boğazı’nda 18 Mart’ta uğradıkları ağır yenilgi neticesi sadece deniz saldırılarıyla İstanbul’a ulaşmalarının mümkün olmayacağını anlamışlardı.53 Bundan sora boğaz bir daha denizden zorlanmadı ve deniz hücumu ile karaya çıkış arasında 5 hafta geçmesi de Türklere vakit kazandırdı. 18 Mart Deniz Zaferi, top ve mayın müşterek çalışma mahsulü oldu.54 Türk denizcilerinin kahramanlığı ve Türk topçusunun hedefini şaşmayan çelik yumruğu bu zaferin sağlanmasında başlıca rolü oynadı. Bu savaşta erindenkomutanına kadar tüm Türkler, burada başkent İstanbul’u ve bütün yurdu savunduklarını biliyorlardı. Düşman donanmasının boğazı yarıp geçmesinin ne demek olduğunun da bilincindeydiler. Saf dışı kalan ve mermileri bitene kadar dövüşeceklerdi. Gerçektende iyi dövüştüler. Merkez tahkimatını oluşturan bütün topçular, Avrupa yakasındaki Değirmendere, Namazgah, Hamidiye, Mecidiye ve Anadolu yakasındaki Nara, Mecidiye, Çimenlik , Hamidiye, Dardanos, Mesudiye tabyaları görevlerini hakkıyla yaptılar. Sonuçta bunca kayıp ve gayretler boşa gitmedi. Zafer, Boğazı savunanlarındı.
Müttefikler ne ummuşlar, ne bulmuşlardı. Kayıplar ağır, yenilgi kesindi. 18 Mart Londra’yı Odesa’ ya bağlayan deniz yolunun Karanlık Liman’da kaybolduğunun bütün dünyaya ilan edildiği bir gün olmuştur. 18 Mart İtilaf devletlerinin ve onların yenilmez sanılan armadalarının son tarih denemelerinin bir başlangıcı olmuştur ve 18 Mart yersiz bir gururun Karanlık Liman’da boğuluşunun tarihe geçtiği gün oldu.
BİBLİYOGRAFYA
􀂙 ARTUÇ, İbrahim, 1915 Çanakkale Savaşı, Türk Savaşları Belgeseli, Kastaş Yayınları, İstanbul 1992.

􀂙 ALTINTAŞ, Ahmet, Belgelerle Çanakkale Savaşları, ÇÖMÜ Rektörlüğü Atatürk ve Çanakkale Savaşını Araştırıma Merkezi Yay. No:5, Çanakkale 1997.

􀂙 AKŞİT, İhan, Çanakkale Savaşları- Harp Sahaları ve Abideleri, Fatih Yay. İstanbul 1973.

􀂙 ATSIZ, H.Nihal, Çanakkale’ ye Yürüyüş, İrfan Yay. İstanbul 1997

􀂙 AY, Behzat, Çanakkale’den Laik Cumhuriyete- Tarihimizde Önemli Günler ve Atatürk, Toplumsal Dönüşüm Yay., İstanbul 1998.

􀂙 AYDEMİR, Şevket Süreyya, Tek Adam Mustafa Kemal, C.I,Remzi Kitabevi, İstanbul 1993.

􀂙 ÇAMOĞLU, Şemsettin, Çanakkale Boğazı ve Savaşları, Kutulmuş Matbaası, İstanbul 1962.

􀂙 GÜZEL, Abdurrahman, Türk Edebiyatında Çanakkale Zaferi, ÇÖMÜ Rektörlüğü Atatürk ve Çanakkale Savaşını Araştırıma Merkezi Yay. No:3, Çanakkale 1996. 23

􀂙 GÖRGÜLÜ, İsmet, On Yıllık Harbi Kadrosu 1912-1922 BalkanBirinci Dünya ve İstiklal Harbi, T.T.K., Ankara 1993.

􀂙 ILGAR, İhsan, Çanakkale Savaşları 1915, Kültür ve Turizm Bakanlığı , Ankara 1982.

􀂙 İRDESEL, Mehmet, Gelibolu ve Yöresi Tarihi, Geltur Ajans, Gelibolu 1994.

􀂙 MÜTERCİMLER, Erol, Destanlaşan Gemiler (Hamidiye, Yavuz,Nusrat, Alemdar), Kastaş Yay. İstanbul 1987.􀂙 NUTKU, Emrullah, Çanakkale’nin Şanlı Tarihine Bir Bakış, Özyurt Yay. İstanbul 1972.􀂙 ÖZAKMAN,Turgut, Vahdettin M.Kemal ve Milli Mücadele, Bilgi Yayınevi, Ankara 1997.􀂙 ULUĞ, N.Hakkı, Çanakkale Destanının 50.Yılı, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Yay., Ankara 1985.􀂙 ULUASLAN, Hüseyin- ULUASLAN, S.Z., Çanakkale Savaşları,Çanakkale 1985.
Cihan UyarSitemizin Deniz Savaşları bölümünde yer alan yazılar Cihan Uyar'ın "Çanakkale Savaşlarında Deniz Cephesi ve 18 Mart Deniz Zaferi" konulu çalışmasına aittir. Bu yazı
http://canakkalesavaslari.comu.edu.tr adresinden alınmıştır

14 Mart 2008 Cuma

ATATÜRK: ÇANAKKALE CEPHESİNDE


ATATÜRK: ÇANAKKALE CEPHESİNDE
Türk insanın başına ya da önüne gerçekten aklı başında lider gibi bir lider geçtiği anda, Türk insanını kimse tutamaz. O lider tarihte bazen; Mete Kağan, bazen Atilla, bazen Bumin Kağan, bazen Sultan Alpaslan, bazen de Timurlenk, olmuştur. Çanakkale’de de o lider, Mustafa Kemal’dir... Önündeki lidere göre giden bu milleti, Allah çapsız, bilgisiz ve ufuksuz liderlerden ve lider bozuntularından korusun!
Geçen ay bu köşede, Çanakkale cephesinde kahramanlaşan Atatürk’ü, döneminin bazı kaynaklarını örnek göstererek anlatmaya çalıştık. Bu ay ise, genel anlamda Çanakkale savaşlarının askeri yönünü değerlendireceğim.Çanakkale’yi tarihimizde, Çanakkale yapan, her yıl anılmasına ve türkülerle işlenmesine sebep olan kanlı savaşlar, 24 Nisan 1915 günü başlamıştır. Bu savaşlar, dişe diş, kana kan şeklinde geçmiştir. Ölümün daracık bir yarımadaya bu kadar yoğun bir şekilde, böylece sığdırılması, ne insanlığa ne de dürüstlüğe sığardı... Buradaki olumsuzluğa sebep, elbette Türkler olamazdı. Çünkü bu topraklar onlarındı. Burada bu toprakları haksız yere işgale gelenler, insanlık adına, hak ve adalet adına, elbette suçluydular. Çünkü Türkler, vatanlarında meşru müdafaadaydılar. Ya işgalci askerler neyin savunmasındaydılar! Çanakkale cephesini korumakla görevlendirilen birlikler, 5. Orduya mensuptu. Bu ordunun komutanı, Alman Generali Liman Von Sanders’ti. Liman Von Sanders, 5. Ordunun mevcudunu şu şekilde anlatılır: “Tahminlere göre düşman başlangıçta 80-90 bin mevcutlu bir çıkarma kuvveti hazırlamıştı. Bu sırada 5. Ordunun ise ancak 50 bin mevcudu vardı” Bu konuda başka bir görüş ise, şu şekildedir: “Liman Von Sanders’in elinde 60.000 kişilik bir kuvvet vardı ve asıl mesele, bu kuvvetin taksim ve tevzii idi. Bu, nazik bir mesele idi. İngilizler, 80 kilometre boyundaki sahilin herhangi bir yerine büyük kuvvetler çıkarabilirlerdi. Von Sanders kuvvetini 20.000’er kişilik üç guruba taksimi kararlaştırdı. Bu üç gurup, yarımada boyunca kademeler teşkil edecekti. Bu guruplardan hangisi taarruza uğrarsa, geri çekilmeyi hatırına getirmeden birçok günler yerinde sebat edecekti; çünkü düşmanın asıl taarruz mahalli anlaşılmadan öteki guruplardan imdat gönderilmesi mümkün değildi.”Çanakkale Savaşlarının birinci aşaması olan 18 Mart Deniz Zaferi sırasında, düşmanın üç zırhlısı tamamen devre dışı kalmıştır. Bunlardan Buve ile Oşın batmış; İnfilieksıbıl ağır yaralı olarak güçlükle kaçabilmiştir. Ayrıca Golva, Süfren gibi zırhlıları da yaralanarak savaş meydanından çekilmişlerdir. Bizim 18 Mart harekatı sırasında verdiğimiz şehitler, 3 subay ve 22 er olarak gözükmektedir. Düşmanın kayıpları ise sadece Fıransızların Buvet zırhlısında 600 civarında denizciydi. Ayrıca diğer gemilerdeki kayıpları da düşünürsek, bu rakam biraz daha fazla olabilir. Görüldüğü gibi asıl kanlı çarpışmalar 18 Mart 1915’te yaşanmamıştır. Kanlı çarpışmalar, Nisan 1915 tarihinde düşmanın Çanakkale’yi boğazdan gemilerle geçemeyeceğini görmesinin sonucuyla, çıkarma fikrinin ürünü olarak ortaya çıkmasından sonradır. Böylece artık iki taraf için iş piyadenin süngüsüne kalmıştır. Emperyalist güçlerin çıkarması sırasında Türk ordusunun konuşlanma durumu şu şekildedir: Çanakkale ve Gelibolu bölgesinden düşmanın geçişini engel olmak için konuşlanan 5. ordunun merkezi Trakya’dadır. Bu ordunun komutanı olan Liman Von Sanders, düşmanın çıkarma yapacağı nokta olarak Saros körfezini esas almıştır. 5. Ordunun merkezi dışındaki konuşlanması, kolordu ve tümenler bazında şöyle olmuştur: 3. ve 11. tümenlerden kurulu 15. kolordu, Alman Generali Veber komutasında Anadolu yakasındadır. 7 ve 9. ve 19. tümenlerden oluşan 3. kolordu ise, Esat paşa komutasında Gelibolu yarımadasının değişik yerlerine dağılmıştır. Ayrıca bağımsız bir Süvari birliği, Keşan’da 5.ordu komutanlığı emrindedir. Bunların dışında, yine Anadolu yakasındaki Çanakkale müstahkem mevki emrinde 64. alayla, Beyoğlu jandarma alayı bulunmaktaydı. Savaşın Saros körfezi kıyılarında geçeceğini düşünen Liman Von Sanders’in etkisiyle Türk kuvvetlerinin, Gelibolu dışında konuşlanması akılcı bir karar değildi. Kendisi ve merkezi Gelibolu’nun dışında beklerken, 3. Kolordu komutanı ve maiyeti de Gelibolu kasabasının merkezi ve kuzeyinde beklemekteydi. Yarımadanın orta noktasına yakın kesimler, Yarbay Mustafa Kemal’in 19. Tümenine bırakılmıştı. Bu tümen aslında ihtiyat birliği olarak oradaydı. Konuşlanma alanı Eceabat’ın kuzeyinde Bigalı- Maltepe-Bigalıkale bölgesi civarıydı. Aslında ilk aşamada Mustafa Kemal, Yarımadanın Güney ucundaki birliklerin başına getirilmişti Yarbay Mustafa Kemal’in bu göreve getirilmiş olduğunu öğrenen Harbiye Nazırı Enver Paşa “O’nun bu kadar ağır mesuliyetli bir mevkiye değil de, daha ehemmiyetsiz bir vazifeye tayinini Von Sanders’e emretti.” Bunun üzerine Von Sanders, “Mustafa Kemal’e nazikane itizarlarla Maydos’da ve ihraç mıntıkalarının gerisinde ihtiyatta bulunan 19. Tümen kumandanlığını verdi. O’na: ‘Size kuvvetlerinizi pek büyük bir basiretle kullanmanızı tavsiye ederim. Düşmanın hangi mıntıkaya çıkmaya karar verdiğini anlamadan kuvvetlerinizi katiyen harbe sokmayınız’ dedi.” Mustafa Kemal, kendisi ihtiyat tümeni görevini üstlenirken, yerini Albay Halil Sami Bey’e bırakmıştı. Yarımadanın en güney ucunda olan birlik 9. Tümen ve birimleriydi. Bu tümenin 27. alayından bir tabur Arıburnu-Kabatepe ve güneydeki Kumtepe’ye kadar olan yaklaşık 10 km.lik kıyı şeridini gözetlemekteydi. 27. alayın diğer iki taburu ve alay karargahı ve tümenin topçusuyla, 25. piyade alayı, Eceabat ve Sarafim çiftliği bölgesinde bulunmaktaydılar. Yine daha güneydeki Kumtepe bölgesinden Seddülbahir’in doğusuna kadar olan 15 km.lik kıyı bölgesinde ise 36. piyade alayı bulunuyordu. Bu alayın 3. taburu Seddülbahir civarında bekliyordu. Seddülbahir ve sağındaki 27. alay bölgesine kadar ki alanda bulunan kıyıyı ise sadece iki bölük kadar bir kuvvet gözetliyordu. Alayın karargahı ve ihtiyat taburu olan 2. taburu Kirte bölgesinin güney doğusunda konuşlanmışlardı. Buna göre 5. Ordu komutanın Gelibolu’da aldığı önlemler, sadece gözetleme mahiyetinde gibiydi. Savunma anlamında daha güçlü bir oluşum düşünülebilirdi. Gelibolu’da konuşlandırılan bölgeler ve askerlerin sayısı, yetersiz olarak gözükmekteydi. Liman Von Sanders ya da kim akıl ettiyse (Hafız Hakkı Paşa’nın tavsiye ettiği söylenir) bölgeye Yarbay Mustafa Kemal’in 19. Tümen komutanı olarak verilmesi en doğru işti... Aslında bu görevi verenler Yarbay Mustafa Kemal’i sadece ihtiyat kuvveti olarak düşünmüşlerdi. Oysa savaşın kaderi onun elinde çözülecekti... Niçin? Çünkü düşmanın çıkarma yapacağı alan, nedense pek hesap edilmeyen ve de Mustafa Kemal’in tümenin bulunduğu alana yakın olmasıydı. Belki Liman Von Sanders büyük hatta yapmıştı, ama en büyük hatayı düşman yapmıştı. Nasıl? Çıkarmayı Mustafa Kemal’in birliklerinin bulunduğu yere yaparak ve o nedenle kanlı savaşın kaderi burada değişmişti. Bu değişmede elbette en büyük hissedar, cesareti, yiğitliği ve de soğukkanlılığını muhafaza etmesiyle Mustafa Kemal’e düşmüştü..
ATATÜRK’TEN BAZI ANILAR
O, bir hatırasını şöyle anlatmıştır: “Conkbayırının güneyindeki 261 rakımlı tepeden kıyının gözetleme ve emniyetine memur olarak bulunan bir kol erinin Conkbayırına doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Kendim erlerin önüne çıkarak: ‘Niçin kaçıyorsunuz?’ dedim. ‘Efendim düşman’ dediler. ‘Nerede?’ ‘İşte!’ diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler. Gerçekten düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, rahat rahat ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün! Ben kuvvetlerimi bırakmışım, erler on dakika dinlensinler diye. Düşman da bu tepeye gelmiş. Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir duruma düşecekti. O zaman artık bunu bilmiyorum, bir mantık muhakemesi midir, yoksa içgüdü ile midir, bilmiyorum. Kaçan erlere:‘Düşmandan kaçılmaz’ dedim.’Cephanemiz kalmadı’ dediler. ‘Cephaneniz yoksa, süngünüz var’ dedim. Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırına doğru, ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının yetişebilen erlerinin ‘marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye saldırdım. Bu erler süngü takıp yere yatınca, düşman erleri de yere yattı. Kazandığımız an bu andır.” Görüldüğü gibi akıllı, kendine güvenen, paniğe kapılmayan ve cesur bir komutanın bu savaşta özelliklerini gösteren bir insandır Atatürk. Türk askerinin de, bu savaşta akılcı bir komutanın emrinde ölüme giden ruh halini de, Atatürk şu şekilde açıklar: “Size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulmamacasına kamilen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor, fakat ne kadar şayanı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor, sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kuranı Kerim cennete girmeye hazırlanıyor, bilmeyenler kelimeyi şahadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrike bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.” Yine Atatürk, bu durumun bir başka kanıtını da şu şekilde izah eder: “ Conkbayırı kuzeyinde mevzi alan 19. Tümenin hızlı dağ bataryası, Arıburnu çıkarma noktasını ateş altına aldığı için düşmanın henüz çıkarmaya devam ettiği kıtaların çıkarılması hem zorluklara, hem de gecikmeye uğradı. 57. Alayın Conkbayırı ve Suyatağı hattında 261 doğrultusunda ve dar cephe ile yoğun olarak düşmanın pek nazik ve mühim olan sol kanadına yüklenmesi iki taburdan ibaret olan 27. Alayın da Merkeztepe genel doğrultusunda geniş cephe ile düşmana atılması, düşmanı çekilmek zorunda bırakmıştır. Fakat bu tabiye durumundan daha önemli olan bir etken vardır ki, o da herkes öldürmek ve ölmek için düşmana atılmıştır. Bu öyle sıradan bir taarruz değil; herkesin başarmak veya ölmek azmiyle harekete susamış olduğu bir taarruzdur. Hatta ben, kumandanlara verdiğim sözlü emirlere şunu eklemişimdir: ‘Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar gelebilir.’ Bu sözler, Paşanın göğsünden o kadar azimle çıkıyordu ki, muhakkak kumandan o günü hayalinde tekrar yaşatıyordu. Bunları duydukça muharebe vasıtaları ne kadar ilerlerse ilerlesin, her şeyin üstünde gene ruh azminin bir gaye uğrunda fedakarlık etmenin bulunduğuna inanıyordum.”der. Çanakkale’de bize savaşı kazandıran Türk’ün askerlikle bütünleşen ruh hali ve o ruhun içindeki bedenini fedakarca ölüme götürebilmesidir. Burada yapılan savaşın, bizim için önemli bir göstergesi de, Türk insanın başına ya da önüne gerçekten aklı başında lider gibi bir lider geçtiği anda, Türk insanını kimse tutamaz. O lider tarihte bazen; Mete Kağan, bazen Atilla, bazen Bumin Kağan, bazen Sultan Alpaslan, bazen de Timurlenk, olmuştur. Çanakkale’de de o lider, Mustafa Kemal’dir... Önündeki lidere göre giden bu milleti, Allah çapsız, bilgisiz ve ufuksuz liderlerden ve lider bozuntularından korusun! Tarihimizde böyle olan liderleri mahkum etmeli ve halen var olanlarını da teşhir etmeliyiz. Gün bugündür. Çanakkale konusu, bu ülkede en çok işlenen, yazılan konulardan birisi olmasına rağmen, işleyenlerden ve bu işten ekmek yiyenlerden pek çoğunun, Çanakkale savunmasındaki ordunun hangi ordu olduğunu, kaç kolordusu bulunduğunu, bunlardan birisinin komutanının da Veber adlı birisinin olduğunu da bilmediklerini görüyoruz. Onlar, yani bilginin cahilleri, 5. Ordunun bütün personel sayısını da bilemez. Yine aynı şekilde, Mustafa Kemal’in emrine verilmiş olan Arap alaylarının da savaşta pek varlık gösteremediğini de bilmedikleri gibi... Bu savaşın bütün yükünü Türk çocuklarının bulunduğu 57. alay ile 9. Tümenden destek olarak gelen 27. alayın üzerine bindiğini de bilemezler. Bunları bilmeyenler, Osmanlı Devleti döneminde burada oluşturulmaya çalışılan şehitlikte, sembolik olarak her bölgeden örnekler dahi koyulmaya çalışıldığını da elbette bilmez. Örneğin o zamanda, Fizan isminin o nedenle yazılmış olduğunu da bilemezler. Fakat zamanın etkisiyle devreden çıkan bu şehitlik yerine, sonradan burada Türkiye’nin her ilinden şehit olduğu inancını pekiştirmek için bir yapının oluşturulduğunu da bilenler azdır. Örneğin, yeni şehitlikte, 1915’te bir köy halinde bile bulunmayan şimdilerde adı il olan yer var mıdır? Bu il ne zaman kurulmuştur? Böylesi konularda medeni cesareti gösteremeyenler, tarihi ancak tahrif ederler. Onlar, Çanakkale Türküsü’nün de nereden çıktığını elbette bilemezler. Bilmeyenlerin katarına binenler, dümen suyunda gidenler, gitseler gitseler ancak bir adım gidebilirler. Bu gidiş de sağlıklı gidiş olamaz. Yanlışlıklar üzerine kurulan düşünceler ve o düşüncelerden beslenmeye çalışanlardan bazılarına, şunu söylemek istiyorum: Eskiden bir kökü dışarıda söylemi vardı. Ben şimdi bunları değiştiriyorum. Arkadaşlar! Bunlar köksüz, ama tam anlamıyla köksüz, anlayın ve de anlatın! Yine bilgisiz ve cahil ulemadan bazıları, bu savaş konusunda şehit rakamlarıyla ilgili olarak kulaktan dolma sayılar verir. Bütün 5.Ordu personeli de şehit olsaydı, -ki böyle olmamıştır-, yine sayı bellidir. Bunun için dışarıdan destek amacıyla gelenler siviller de olsa (Tıbbiyeliler ve diğerleri gibi) rakam yine bellidir. Bilmiyorlarsa gelsinler öğretelim. Bu zavallıları yönlendirenleri ve onların çok bilenlerini de oldukça iyi tanıyoruz. Ey Türk milleti, siz de bunları bilin ve tanıyın! Bunları bilmeyip de ahkam kesenlerden bazıları, kitaplarında örneğin 18 Mart 1915’te Nusret mayın gemisi komutanı Hakkı Bey’in öldüğünü yazar. Oysa Tophaneli Hakkı Bey, elbette kahramandır; fakat Hakkı Bey, Eylül 1915’te eceliyle bir başka yerde ölmüştür. Arkadaşlar, kimden korkun biliyor musunuz? Söyleyeyim: Bilgili geçinen cahillerden korkun, eğer böyle birilerinin ipiyle kuyuya inerseniz, kör kuyudan hiç bir zaman çıkamazsınız. Herhalde Türkiye’nin bu günkü gerçeği de bunu ifade ediyor. Bizim kahraman Türk askerlerinden olan Çanakkale ilinin Ezine bölgesinden savaşa katılıp gelen Yahya Çavuş ve takımı hakkında Namık Memik Bey’in yazmış olduğu şu dizeleri okuyalım ki bazı gerçekleri de görelim. Bu dizeler, Yahya Çavuş ve askerlerinin kahramanlığı hakkında çok güzel ifadeleri özünde taşır:“Bir kahraman takım ve de Yahya ÇavuştularTam üç alayla burada gönülden vuruştular.Düşman tümen sanırdı bu bir avuç askeri,Allahı arzu ettiler, akşama kavuştular.”Tüm kahramanlar ve şehitlerimizin önünde saygıyla eğilir ve onlara rahmet dilerken, Necmettin Halil Bey’in şu dizeleri, bölgeyi gezen herkesin kulaklarına küpe olsun derim:“Dur yolcu, bilmeden gelip bastığınBu toprak, bir devrin battığı yerdir.Eğil de kulak ver, bu sakit yığınBir vatan kalbinin attığı yerdir.”
http://www.ufukotesi.com