29 Şubat 2008 Cuma

ÇANAKKALE SAVAŞLARI


ÇANAKKALE SAVAŞLARI

Çanakkale Savaşları, Birinci Dünya Savaşı içinde, tarihin en kanlı bölümü olarak bilinir. Türk'ün sayısız zafer, şan ve şerefle dolu tarihinin en parlak sayfasıdır. I.Dünya savaşı'ndan kısa bir süre önce, 1911-1942 yıllarında Osmanlı Devleti son Afrika topraklarını İtalya'ya kaptırmış, 1912-1913 Balkan Hezimeti ise, Rumeli'deki son Türk hakimiyetini silip süpürmüştür. Bulgar Ordularının İstanbul kapılarını zorlaması, 500 yıldır Türk olan Rumeli'nin kaybı, İstanbul ve boğazların güvenliğinin tehlikeye girmesi, o zamanın devlet adamlarında siyasi yalnızlığımızın tabii bir sonucu olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla I. Dünya Savaşı'na rastlayan günlerde Osmanlı devleti yalnızlıktan ve emniyetsizlikten kurtulmak fakat, Balkan savaşının kötü hatıralarının tesiri altında kalan her iki blokta Türk ittifakını küçümsemişler ve bu ittifakın kendileri için bir yük olmasından endişe etmişlerdi. Ancak, Alman İmparatoru, her iki blok arasındaki savaşta, Osmanlı devletinin hiç değilse bir kısım düşman kuvvetini meşgul edebileceği gerekçesiyle müdahale etmiştir. Bu suretle Osmanlı devleti, kaderini alelacale, 2 Ağustos 1914'te "Üçlü ittifak'a bağlamıştır. İşte Çanakkale Zaferini yaratan kuvvet. 1914 yazında küçümsenen değeri hakkında yanlış teşhis konan bu TÜRK ORDUSU'dur. Avrupa'da savaş bütün şiddetiyle sürerken, hareket harbinin yerini siper harbi almıştır. Bu cephede yarma yapmak ve kesin sonuç almak son derece zorlanmıştır. Halbuki "üçlü itilaf"ın askere gücü günden güne artmaktadır. Bu güç , hareket savaşına müsait başka savaş alanlarında kullanılmalıdır. İngiltere Başkanı'ı Lloyd GEORGE ve Bahriye Nazırı CHARCHILL bu görüşü benimsemişlerdir. Çanakkale Savaşları, işte bu görüşü benimseyenlerin esiridir. Hareket sahası olarak Gelibolu Yarımadası'nın seçilmesi, bu bölgenin jeopolitik bakımdan çok büyük öneme sahip olmasındandır. Boğazlar, Güney Rusya ve bütün karadeniz kıyılarının açık denizlere olan tek çıkış noktasıdır. Harp halinde bu geçidin kapanması, Rusya içih hayati önem taşımaktadır. Zira, Rusya'nın insan ve hammadde kaynakları zengin, fakat sanayi ve mali imkanları sınırlıdır. Bunun için uzun ve sürekli bir savaşın gerektirdiği silah, cephane ve malzeme ikmalini temin edemeyecek durumdadır. Bu durumda boğazlar doğu cephesinin en müsait ve hayati menzul hattını teşkil etmektedir. Bu geçidin açılmasıyla Rusya'yı takviye edecek, batı cephesinin yükünü hafifletecek, dolayısıyla savaşı kısaltacaktır. Osmanlı devletinin savaş dışı edilmesiyle, muhtemelen Balkan devletleri ve İtalya "itilaf" devletleri yanında savaşa katılacaklardı. O zaman İngiliz Bahriye Nazırı olan CHURCHILL'in ısrarla üzerinde durduğu bu fikirlere önceleri pek itibar edilmemiştir. Ancak 1914 Aralık ayında başlayan Türk Sarıkamış harekatı üzerine telaşlanan; çok zor durumda kalan hiç değilse bir kısım Türk kuvvetlerinin başka Cephelere çekilmesini isteyen Rusya'nın yükünü azaltmak için, Çanakkale seferine karar verilmiş, fakat kesin neticeyi batı cephesinde arayanları darıltmamak amacıyla önce sadece donanmayla ve zorla Çanakkale Boğazı geçilmeye çalışılmıştır. 18 art 1915'te yaklaşık bir aydır sürekli olarak bombaladığı boğazın her iki tarafındaki Türk tabyalarının artık sustuğunu varsayan 12 zırhlı, 18 muhrip, 7 mayın tarama gemisi, çeşitli nakliye destek gemisi ve uçak gemilerinden meydana gelen I. Dünya savaşının en büyük ve en modern donanması, boğazı geçme girişiminde bulunmuştur. Ancak ehliyetli ellerde sevk ve idare edilen kahraman Türk askerinin hayatını hiçe sayarak kanını fedakarca akıtması sayesinde dünyanın en modern silah ve teçhizatıyla donatılmış düşman donanması, 7 modern savaş gemisini ve binlerce askerini, kaybederek geri çekilmek zorunda kalmıştır. Zira, Mehmetçik, düşmanı denizden bir adım bile geçirmemeye yemin etmiştir. Anadolu bozkırının o güne kadar deniz görmemiş sanki kırk yıldır denizlerde savaşıp da pişmiş kişilere özgü beceriyle zırhlı düşman gemilerine geçiş hakkı tanımamıştır. Bunun üzerine 25 Nisan ve 6 Ağustos 1915 tarihleri arasında düşman kara kuvvetleri Gelibolu Yarımdasına çıkarılmış olup, çıkarma şöyle özetlenebilir. Asıl kuvvetler Gelibolu Yarımadasının güney ucuna iki ayrı noktadan çıkacak ve boğazları kontrol eden tepeleri alacak, bunu başarmak için, iki tümenden oluşan bir Anzak (Avustralya ve Yeni Zelanda) Kolordusu Kabatepe bölgesine çıkacak ve iki ingiliz ve bir Fransız tümeni ile bir Hint tugayından oluşan kuvvet, Seddülbahir bölgesini ele geçirecektir. Aynı anda bir aldatmaca olarak, boğazın güneyinde Kumkale bölgesinde ikinci bir çıkarma yapılacak ve bazı donanma birlikleri orada da çıkarma olacağı izlenimi vermek üzere Saroz körfezine doğru seyredecektir. Fakat, kahraman TÜRK askerinin hayatını hiçe sayarak kahramanca döğüşmesi TÜRK komutanlarının ve bilhassa Mustafa KEMAL'in üstün sevk ve idareleri sonucunda düşman başarısızlığa uğrayarak savaş, siper savaşı halini almıştır. Gelibolu Yarımdasında çıkarma yapan düşman kuvvetlerini meydana getiren askerlerin milliyetleri son derece enteresandır. İngiliz ve Fransızlar'ın yanısıra, bizimle hiç ilgisi olmayan Cezayir Berberilerini Sengal zencilerini, Avustralyalı, Kanadalı, Yeni Zelandalı ve Hintlileri üzerimize salmışlardır. Şair. Şu mısralarla, "Eski dünya, yeni dünya, bütün akvam-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mi hakikat mahşer. Yedi iklimi cihanın duruyor karşında, Avustralya'yla beraber, bakıyorsun Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler renkgarenk, sade bir hadise var ortada, vahşetler denk. Kimi Hindu, kimi yayyam, kimi bilmem ne bela" diyerek, bunu ne güzel dile getirmiştir. Evet, düşman yalnızca birkaç devletten ibaret olmayıp, sanki karşımızda bütün dünya vardı. Düşman donanması II. Dünya Savaşı'na kadar, dünyanın gördüğü en büyük ve en modern donanmasıydı. Hal böyle iken kazanılan zaferin değeri daha iyi anlaşılmaktadır. Zira bu savaş; yenilmez sayılan devletlerin mağlubiyetidir. Çanakkale'de tarihin kaydettiği en büyük ve en kanlı savunma savaşları verilmiştir. Bu savaşlar Mustafa Kemal gibi bir askeri dehanın Türk ve dünya kamuoyu tarafından tanınmasının sağlanması açısından son derece önem taşımaktadır. Düşman durmadan saldırmaktadır. Anafartalar ve Arıburnu cephelerinde emir komuta karmaşası vardır. Bu durum çok tehlikelidir. Yarbay Mustafa Kemal, Ordu komutanı Alman General liman Von Sandres'ten bütün mevcut kuvvetlerin emrine verilmesini ve bundan başka çare kalmadığını bildirmiş. Alman General "Çok gelmez mi?" diye sorduğunda Mustafa Kemal, "Az gelir" diye cevap vermiştir. Ertesi gün emir gelmiş ve bütün birliklerin komutası Mustafa Kemal'e verilmiştir. Bir cephe komutanlığının çok gelip gelmeyeceğini yarbay Mustafa Kemal'e soran ve "az gelir" cevabını alan Alman General karşısındaki Türk'ün "ATATÜRK" olduğunu yıllar sonra öğrenecektir. Çanakkale savaşları'nın temel ağırlık noktasını, Mustafa Kemal oluşturmuştur. Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları başlamadan kısa bir süre önce 2 Şubat 1915'te Tekirdağ'da yeni kurulacak olan 18'uncu Tümen Komutanlığına atanmıştır. Derhal göreve başlayan Mustafa Kemal, o tümeni kısa bir zaman içinde savaşa hazır. Seçkin bir tümen haline getirmiştir. Fakat kısa bir zaman sonra Mustafa Kemal bu bölgeden alınarak, tümeni ile birlikte Bigalı köyüne çekilmiştir. Mustafa Kemal, düşmanın Gelibolu çıkarmasına kadar, yani 25 Nisan 1915'e kadar orada yedek kuvvet olarak kalmış, fakat Arıburnu taarruzu başlar başlamaz, kendi insiyatifi ve teşebbüsü ile emir beklemeden, Arıburnu'na yetişerek taarruza geçmiştir. Düşmanı Kocaçimentepe'de durdurarak, yarımadanın tahliyesine kadar düşmanın ilerlemek için yaptığı bütün taarruzları ve şiddetli hücumları erimeye mahkum etmiş ve Türk'ün yiğit mehmetçiği Çanakkale'de sanki etten ve kemikten bir kale yaratmıştır. Bütün savaşlardan farklı bir savaş malzemesi görülmüştür. Bu da "İNANÇ"tır. Topa, tüfeğe, üstün kuvvete, çeliğe karşı dimdik duran ve kafa tutan bir inanç kendini göstermiştir. Mustafa Kemal'in "size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerinize başka kuvvetler ve kumandanlar kaim olabilir" dediği bu savaşlarda, herkes öldürmek ve ölmek için düşmana atılmıştır. Mustafa Kemal, bu savaşı "bu öyle alelade bir taarruz değil, herkesin muvaffak olmak veya ölmek arzusuyla harekete geçtiği bir taarruzdur" diye ifade etmiştir. Burada meşhur 57'inci Alay, hiç kurtulmamacasına Mustafa Kemal'in emrine uyarak tamamen şehit olmuştur. Nitekim çeşitli milletlerden meydana gelmiş, düşman askerleri, yapışıp, kaldıkları Arıburnu'nun yalçın yamaçlarından bir adım bile ileri atamamışlardır. Öncelikle İstanbul'u tehdit eden düşmanın Gelibolu Yarımdasına yaptığı bu taarruzu Kocaçimentepe'de durduran Mustafa Kemal, bu başarısından dolayı haklı olarak Albaylığa yükseltilmiştir. 6-7 Ağustos 1915'te Türk askerini yandan, yani Anafartalar'dan çevirmek isteyen Klıchner ordusu da bu bölgenin Grup komutanlığına atanan Mustafa Kemal'in 10 Ağustos günü ayağının tozunu silmeden giriştiği karşı taarruz sonucunda eriyip g itmiştir. Mustafa Kemal bu savaş sırasında göğsünden bir şarapnel parçası ile yaralanmış, fakat kalbi üzerindeki saat kendisini mutlak bir ölümden kurtarmıştır. Bu savaşların akabinde 17 Ağustos'ta Kireçtepe Zaferini 21 Ağustos'ta 2'nci Anafartalar Zaferini kazanan Mustafa Kemal, düşmanı büyük hizmete uğratarak Çanakkale Muharebelerinin kaderi belirlenmiş, 9 Ocak 1916'da düşman, Türk topraklarından geri çekilmek zorunda kalmıştır.Halbuki 2 Mart 1915'te İngiliz Amiral CARDEN Londra'ya "Hava bozmazsa iki haftaya kadar İstanbul'dayız" şeklinde mesaj çekmiş, ayrıca ingiliz orduları Başkomutanı General HAMİLTON, resmi raporunda ise, "Türkler, birbiri ardınca mükemmel taarruzlarda bulundular" diye yazmıştır. Hatta bu harekatı hazırlayarak idare eden W. CHURCHILL de hatıralarında muharebelerden bahsederken, Mustafa Kemal'in emsalsiz bir komutan, Türklüğün kaderine hakim bir deha olduğunun daha o zamanlarda anlaşıldığına işaret ederek, "bir Miralay'ın karşımıza çıkışı bütün talihimizi değiştirdi" diye belirtmiştir.Mustafa Kemal'in Çanakkale'de verdiği bütün emirler kesin ve sonuç alıcıdır. O, verdiği emirde aynen şöyle demiştir. "Benimle burada muharebe eden bilcümle askerler katiyen bilmelidir ki, yuhdemize tevdi edilen namus vazifesini tamamen ifa etmek için bir adım bile geri gitmek yoktur. İstrihat aramanın, bu istirahattan yalnız bizim değil, bütün milletimizin ebediyen mahrum kalmasına sebebiyet verebileceğini cümlenize hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın hemfikir olduklarına ve düşmanı tamamen denize dökmedikce yorgunluk belirtisi göstermeyeceklerine şüphe yoktur". 30 Nisan'aki komutanlar toplantısında Mustafa Kemal, "içimizde ve askerlerimizde Balkan Harbi'nin utancını bir daha görmektense, ölmeyecek yoktur. Böyleleri varsa, onları kendi ellerimizle kurşuna dizelim." şeklinde kesin konuşmuştur.
Çanakkale Zaferi, meydana getirdiği nihai sonuçlar açısından son derece önemlidir.Bunları kısaca şöyle özetleyebiliriz:
1- Çanakkale Zaferi, müttefikleriyle Rusya'nın irtibatını önlemiş, dolayısıyla savaş iki yıl uzamış, bu arada çıkan Bolşevik ihtilali ileRusya savaş dışı kalmıştır. Bu durum ihtilal Rusyası ile müttefiklerini birbirinden ayırmış, kurtuluş savaşı yıllarında kuzeydegüvenliğimizi sağlamış ve zafere ulaşmamızı kolaşlaştırmıştır.2- Bu savaşlar, İngiliz ve Fransız kuvvetlerini Gelibolu Yarımadasına bağlamış, Almanya ve müttefiklerinin yükleri azalmıştır.3- Düşmana çok büyük insan ve malzeme zayiatı verdirilmiştir.4- Türk ordusunun zaferi, İngiltere ve Fransa'nın sömürgelerindeki prestjlerine bir darbe, esir milletlere bir ümit ve istiklal ışığıolmuştur.5- Çanakkale Zaferi, Türk askerinin direnme gücünün, fedakarlık ruhunun ve vatanseverlik şuurunun bir abidesidir. Harpten öncekıymeti üzerinde tereddüt edilen Türk ordusu, iyi sevk ve idare edildiği zaman ehliyetli ellerde, binbir yokluk ve zarurete rağmenneler yapmaya muktedir olduğunu dünyaya göstermiş ve Balkan yenilgisinin kara lekesini tertemiz kanıyla silmiştir.6- Bilindiği gibi, büyük hadiseler olağanüstü şahsiyetleri, büyük ve müstesna kabiliyetleri meydana çıkarmaktadır. MustafaKemal'in ortaya çıkışında Çanakkale savaşları kader tayin edici bir merhale olarak gözümüze çarpmaktadır.7- Çanakkale Zaferleri, Mustafa KEMAL'in ordu içinde olduğu kadar tüm milletçe de tanınmasına vesile olmuştur. Bu suretle TürkMilleti, 1966'dan beri makus istikamette gelişen talihini yenecek olan liderlerini bulmuştur. Ordu ve millet, AnafartalarKahramanı'nın bu işte bu güven, ATATÜRK'ün Milli Mücadele'yi zaferle sonuçlandırmasında genç, dinamik ve yepyeni modernbir devlet kurmasında en büyük ilham ve kuvvet kaynağı olmuştur.8- Çanakkale, Milli mücadelenin bir nevi başlangıcı sayılmaktadır. Çanakkale, Türk'ün vatanseverliğinin, cesaretinin, mücadeleazminin ve kahramanlığının sembolüdür.

24 Şubat 2008 Pazar

MEYVELERİN SAĞLIĞA FAYDALARI


MEYVELERİN SAĞLIĞA FAYDALARI
DAHA ÇOK MEYVE YEMELİYİZ

Bu fikirler meyve tüketiminizi canlandırmalı! Neden günde 5 ile 9 meyve yemeliyiz? :
• Çünkü meyvenin içeriğinin büyük kısmı, tıpkı insan bedeninde ki gibi su içermektedir.• Meyve hiç kolesterol içermez.• Meyve hafızayı canlandırır.• Meyvenin mucizevi tedavi etkileri bulunmaktadır.• Meyve tüketimi kanser, obezite, kalp hastalıkları, kireçlenme, cilt bozulması, divertikülozis gibi çeşitli hastalık risklerini azaltmaktadır.• Meyveler mükemmel bir lif kaynağıdır.• Meyveler vitamin ve mineral zenginidir.• Az kalorilidir ve kilo aldırmamaktadır.• Bol miktarda fotokimyasal ve antioksidan içermektedir.• Meyve, kendinizi daha iyi hissettirir.• Meyve, en doğal besindir.• Meyve doğal bir diyettir.
Elmanın Sağlığımıza Yararları: (Her gün bir elma, doktoru uzak tutar!)
• Pektin: Atardamarları tıkayan LDL kolesterolünü düşürmekte ve atardamarları temizleyen HDL kolesterolünü yükselterek kalbi korumaktadır. Kan damarlarının zarar görmesini engellemekte, radyasyonun etkilerini azaltmakta, kalp hastalıkları ve safra taşına karşı vücudumuzu korumaktadır.
• Karışık karbonhidrat : Kan şekerinin düzenlenmesine yardımcı olmaktadır. Tatmin edici özelliği, sizi tok tutmakta ve diyabete iyi gelmektedir çünkü işlenmiş gıdaların yaptığı gibi kan şekerinde hızlı bir artışa neden olmamaktadır.
• Catechin : Koroner kalp hastalığına karşı koruma sağlamaktadır.
• Flavanoid : Astım dâhil olmak üzere solunum yolu rahatsızlıklarına karşı korumaktadır.
• Fenol : Kansere ve kardiyovasküler hastalıklara karşı korumaktadır.
• Lif : Kabızlığa karşı korumaktadır, vücuttaki toksinleri temizlemektedir.
Kayısı, Şeftali ve Nektarin’in Sağlığımıza Yararları:
• Beta karoten : Koyu sarı veya turuncu meyvelerde yaygın olarak bulunan A vitaminine sahiptir ve kanserle savaşan bitkilerdendir. Derinizi pürüzsüz yumuşak ve lekesiz tutmakta, gözlerinizi, sindirim sisteminizi ve ciğerlerinizi korumaktadır.
• Karışık karbonhidrat : Kan şekerinin düzenlenmesine yardımcı olmaktadır. Tatmin edici özelliği, sizi tok tutmakta ve diyabete iyi gelmektedir çünkü işlenmiş gıdaların yaptığı gibi kan şekerinde hızlı bir artışa neden olmamaktadır.
• C vitamini : Yorgunluğa ve sıkça görülen bulaşıcı hastalıklara karşı korumakta ve tedaviyi desteklemektedir. Kanayan diş etlerini tedavi etmektedir. Sırttaki doku bozukluklarını ve eklem ağrılarını azaltmaktadır. Kemikleri ve kasları bir arada tutan “yapıştırıcı” özelliği olan kolajen gelişiminde önemli yere sahiptir.
• Magnezyum :Kalbin sağlıklı işlevine yardım etmektedir. Bu mineralin eksikliği kalp krizlerine ve ani ölümlere neden olan koroner vazospazm ile bağlantılıdır.
• Fenol : Kalp hastalıklarına ve kansere karşı korumaktadır.
• Lif : Kabızlığa karşı korumaktadır, vücuttaki toksinleri temizlemektedir.
Muzun Sağlığımıza Yararları:
• Potasyum : Kalp sağlığını korumakta, kasların kasılmasına yardım etmekte, sinirlerin sinyalleri düzgün taşımasını sağlamakta, gıdayı enerjiye çevirmektedir.
• Pektin : Atardamarları tıkayan LDL kolesterolünü düşürmekte ve atardamarları temizleyen HDL kolesterolünü yükselterek kalbi korumaktadır. Kan damarlarının zarar görmesini engellemekte, radyasyonun etkilerini azaltmakta, kalp hastalıkları ve safra taşına karşı vücudumuzu korumaktadır.
• Lif : Kabızlığa karşı korumaktadır, vücuttaki toksinleri temizlemektedir.
• İyot : Tiroit bezesinin normal işlevi için gereklidir, göğüs kanserine karşı koruyucu etkisi ve tiroidi dengeleyerek menopoz belirtilerini engelleyebildiği gözlemlenmiştir.
• Fenol : Kansere, kalp ve damar hastalıklarına karşı korumaktadır.
• Karışık karbonhidrat : Kan şekerinin düzenlenmesine yardımcı olmaktadır. Tatmin edici özelliği, sizi tok tutmakta ve diyabete iyi gelmektedir çünkü işlenmiş gıdaların yaptığı gibi kan şekerinde hızlı bir artışa neden olmamaktadır.
Narenciyenin Sağlığımıza Yararları:
• Liminoid : Kanserden korumaktadır.
• C vitamini : Yorgunluğa ve sıkça görülen bulaşıcı hastalıklara karşı korumakta ve tedaviyi desteklemektedir. Kanayan diş etlerini tedavi etmektedir. Sırttaki doku bozukluklarını ve eklem ağrılarını azaltmaktadır. Kemikleri ve kasları bir arada tutan “yapıştırıcı” özelliği olan kolajen gelişiminde önemli yere sahiptir.
• İnositol : Kolesterol seviyesini ve yağ metabolizmasını kontrol etmektedir. Saç sağlığını korumaktadır.
• Flavanoid ve pektin : Acıyı azaltmakta, kolesterolü düşürmekte, yaraları tedavi etmektedir. Atardamarları tıkayan LDL kolesterolünü düşürmekte ve atardamarları temizleyen HDL kolesterolünü yükselterek kalbi korumaktadır. Kan damarlarının zarar görmesini engellemekte, radyasyonun etkilerini azaltmakta, kalp hastalıkları ve safra taşına karşı vücudumuzu korumaktadır.
• Magnezyum : Kalsiyum ile birlikte güçlü bir kalp atışı ve sağlıklı kas hareketi sağlamaktadır. Kan ve damar hastalıklarını önlemektedir.
• Manganez : Kemik oluşumuna ve beyin işlevlerine yardım etmekte ve kansere karşı koruyucu etkisi gözlemlenmektedir.
• Anti bakteriyel casusu : Yaygın bulaşıcı organizmaların bir çeşidiyle mücadele etmektedir.
• Fenol : Kansere, kalp ve damar hastalıklarına karşı korumaktadır.
• Karışık karbonhidrat : Kan şekerinin düzenlenmesine yardımcı olmaktadır. Tatmin edici özelliği, sizi tok tutmakta ve diyabete iyi gelmektedir çünkü işlenmiş gıdaların yaptığı gibi kan şekerinde hızlı bir artışa neden olmamaktadır.
• Lif : Kabızlığa karşı korumaktadır, vücuttaki toksinleri temizlemektedir.
Üzümün Sağlığımıza Yararları: (kırmızı)
• Fenol : Kansere, kalp ve damar hastalıklarına karşı korumaktadır.
• Seratonin ; Fiziksel ve psikolojik rahatlatma etkisi bulunmaktadır.
• Antibiyotik casus : Bağırsak, herpes simplex ve çocuk felci virüslerini öldürebildiği gözlemlenmiştir ve diş eti sağlığını geliştirmektedir.
• Lif : Kabızlığa karşı korumaktadır, vücuttaki toksinleri temizlemektedir.
Kirazın Sağlığımıza Yararları:
Kirazlarda bulunan flavanoidler vücuttaki zehri temizleyici rolündedir, artıklardan beslenip, serbest kökler adlı değişken oksijen bileşiklerini tahrip etmektedir. Kirazlarda bulunan flavanoidler koroner atardamar hastası kişilerde kalp krizi riskini gerçekten azaltabilmektedir.
Flavanoidler, kirazlarda bulundukları gibi, histamin benzeri iltihap ilerletici maddelerin hem sentezini hem de ortaya çıkışını önleyen doğal iltihap önleyici bileşiklerdir. Bu, flavanoidleri; alerjilerin, kireçlenmenin veya kronik iltihapların var olduğu herhangi bir durumun tedavisi için doğal ilacın pratisyenleri arasında bir favori yapmıştır. Flavanoidler kolajeni, lifleri kendilerine çapraz bağlantı yaparak bağlayıcı dokuların yapı liflerini güçlendirmektedir.
Narın Sağlığımıza Yararları:
“Kışın mücevheri” diye hoş bir şekilde de bilinen nar, yakın zamanda kendine has hastalıkla savaşan antioksidan potansiyeli yüzünden sağlığa çok faydalı görmüştür. Ayrıca önemli miktarda potasyum sağlamaktadır. Lif yönünden zengindir. C vitamini ve niyasin içermektedir. Nar Ortadoğu’da, Hindistan’da ve İran’da yüzyıllardır doğal ilaç olarak (İltihabı ve romatizmayı tedavide) kullanılmıştır.
Karpuzun Sağlığımıza Yararları:
Karpuz sadece sıcak bir yaz gününde müthiş bir meyve değildir. Bu leziz susuzluk giderici; astım, damar tıkanıklığı, diyabet, kolon kanseri ve kireçlenme gibi hastalıklara iyi gelmektedir. Ayrıca iltihabı azaltmaya da yardım etmektedir. Tatlı, sulu karpuz gerçekten de doğada bulunan en önemli antioksidanlarla doludur.
Karpuz C ve A vitaminlerinin iyi bir kaynağıdır. Karpuz enerji üretimi için önemli olan B vitamini yönünden de zengindir. Ayrıca, karpuz B6, B12 vitamininin, magnezyumun ve potasyumun iyi bir kaynağıdır. Karpuz ayrıca karotenoid ve likopenin yoğunlaştırılmış bir kaynağıdır. Likopenin antioksidan ve kanser önleyici özellikleri gözlemlenmiştir.
Kivinin Sağlığımıza Yararları:
Kivi meyvesi, size meyve salatanızdaki çekici tropik yeteneklerinden daha fazlasını verebilir. Bu zümrüt tat, size sağlık veren vitaminler ve minerallerin yanı sıra çok sayıda bitkisel besin içermektedir.
Kivinin bitkisel besinleri DNA’yı korurBitkisel besin araştırma dünyasında, kivi meyvesi insan hücrelerinin çekirdeğindeki DNA’yı zarardan koruma yeteneğinden dolayı araştırmacıları büyülemiştir.
İlk antioksidan koruma C vitamininin mükemmel bir kaynağı olarak çıkmıştır. Bu besin, kanser ve iltihap gibi sorunlara yol açan ve hücrelere zarar verebilen serbest kökleri etkisiz hale getiren, vücuttaki ilk su çözünürlüklü antioksidandır.
Kardiyovasküler ve kolon sağlığı ilavesiyle kan şekeri kontrolü için lifKivi meyvesi diyet lifinin çok iyi bir kaynağı olarak da sınıflandırılmaktadır. Araştırmacılar, kalp hastalıkları ve kalp krizi riskini düşürebilen bol miktarda lif içeren perhizlerin yüksek kolesterol seviyelerini düşürebildiğini bulmuşlardır.
Lif ayrıca kalın bağırsağın alt kesiminden toksinleri ortadan kaldırmada etkilidir. Kolon kanserini engellenmesine yardımcı olmaktadır.
Astıma karşı koruma kivi gibi C vitamini yönünden zengin meyveyi yemek ıslık çalar gibi konuşma türündeki astımla ilgili solunumsal belirtilere karşı önemli bir koruyucu etki sunmaktadır. Aspirine kan inceltici bir alternatif Kivi aspirinin kardiyovasküler sağlık korumasında leziz bir kan inceltici alternatifi yaparak kan pıhtılaşması riskini önemli bir şekilde düşürmekte ve kanınızdaki yağ miktarını azaltmaktadır.
İncirin Sağlığımıza Yararları:
Yüksek kan basıncını düşürmeye yardım eder; İncir, kan basıncını kontrol altında tutmaya yardım eden bir mineral olan potasyumun iyi bir kaynağıdır.
Kilo vermek için tatlı bir yol; İncir, iyi bir perhiz lifi kaynağıdır. Lif ve lif zengini besinler kilo kontrolünde olumlu bir etkiye sahiptir.
Şeker hastalığında bir ensülin düşürücü yapraktırSiz muhtemelen incir ağacının yaprağının, incirin yenilir kısımlarından biri olduğunu sanmıyorsunuzdur. Fakat bazı kültürlerde incir yaprağı mönünün yaygın bir parçasıdır. İncir yapraklarının anti diyabetik özellikleri olduğu ve ensülin iğnesine gereksinim duyan şeker hastası kişilerin ihtiyaç duyduğu ensülin miktarını gerçekten de azaltabildiği defalarca gözlemlenmiştir.
Kemik yoğunluğunu artırırİncir, kemik yoğunluğunu artırması dâhil birçok özelliği sahip olan kalsiyumun bulunduran bir meyvedir.

NEDEN YORGUN ve HALSİZLİK HİSSEDERİZ?

NEDEN YORGUN ve HALSİZLİK HİSSEDERİZ?
Hastalıklar
İnsanı yorgun düşüren 11 enerji düşmanı Cep telefonu, floresan ışık, küfgibi etkenler enerjimizden çalıyorlar.
Bilim adamları, kronik yorgunluk ile tüm bu etkenler arasında şaşılacakbağlantılar olduğunu tespit ettiler. Seninle dergisi bu konuyu yenisayısında sayfalara taşıdı.
1- Derin uykuda bizi rahatsız edenlerGürültü stres yaratır ve stres tansiyonu yükseltir. Sonuçta sürekli halsizve uykulu oluruz. Bunun için size önerimiz, yatak odanızdan saat gibi sesçıkarabilecek tüm eşyaları kaldırmanız olacaktır.
2- Kahve ve çay: 6 fincandan sonrası zarar!Kafein uyarıcı etki yapar, yani beyne daha fazla enerji emri verir. Günde 3fincan kadar çay veya kahve içersek, bu canlandırıcı özellikten iyi şekildefaydalanırız. Fakat miktar ikiye katlanırsa, kafein ve tein, vücudumuzdakidemiri emer. Bu durumda beyin ve kalbe yeterli oranda oksijen gitmez.Sonuçta kendimizi çok yorgun hissederiz.
3- Karbonhidrat uyku hapı etkisi yaparTüm karbonhidratlar, aç karnına yenildiği zaman ağırlık yapar. Siz siz olun,aç karnına bu besinleri tüketmemeye özen gösterin.
4- Su eksilirse dikkatiniz de dağılırHer gün yaklaşık 8 bardak su içmemiz gerekiyor, yoksa hissedilir bir biçimdeenerji boşluğuna düşeriz. En iyisi, her saat başı içine biraz limon suyusıkılmış bir bardak su içmektir.
5- Cep telefonu hipnozdan beter20 dakikadan uzun telefon görüşmelerinin uyku hipnozu gibi bir etki yaptığıortaya çıktı. Dolayısıyla, uzun süreli ve sık olarak telefonla konuşmak biziyorar.
6- Duş alacağımıza yatağa geri dönelim daha iyiSuyun sıcaklığı vücut sıcaklığının çok üzerindeyse bünyemiz uyku getirenhormonları fazlasıyla salgılamaya başlar. Akşamları iyi uyumak için sıcakla,sabahları enerji depolamak için ılık suyla yıkanın!
7- Bazı besinlere karşı dayanıksız olabilirsinizHer şeyi doğru yaptığınız halde zinde değilseniz, "çölyak" hastasıolabilirsiniz. Bu bünyenizin tahıl nişastalarını işleyememesi anlamınagelir. Baş ağrısı ve yorgunluktan şikayet eden bu kişilerin buğday, arpagibi tahıllardan uzak durması gerrekir.
8- Kola bünyeyi aside boğarAz harekete bir de aşırı kola, çay ve et tüketimi eklenirse, bünyede aşırıasit meydana gelir. Sonuçta da dolaşım bozuklukları, migren, bağışıklıksisteminin zayıflaması gibi rahatsızlıklar yaşanır.

17 Şubat 2008 Pazar

Öğrenmeyi Öğrenmek


Öğrenmeyi Öğrenmek
Öğrenme; okuyarak yahut yaşayarak, şuurlu veya şuursuzca, kendi kendine veya başkalarından elde edilen bilgi, duygu, kişinin davranış ve düşüncesinde kısa veya uzun süre kalıcı nitelikte değişiklik meydana getirmesidir. Kısaca belirtmek gerekirse; öğrenme, insanın doğumundan ölümüne kadar geçen sürede edindiği tecrübe ve bilgidir. Öğrenilen her yeni bilgi, insanın insanî yönünü geliştirmelidir. İnsan, öğrendikleriyle diğer varlıklardan ayrılır ve insan olma merdivenine ancak öğrendikleriyle tırmanabilir. Yüce Yaratıcı, insana Alak suresinde, "Yaratan Rabb'inin adıyla oku." diyerek insan için gerçek hayatın, ilim öğrenmek olduğunu belirtmiştir. Öğrenmeyi ve ilim sahibi olmayı ihmal edenler, insan olmanın temel vasfını kaybetmiş sayılır. Zira insanın yaratılışının gâyesi, görüp bilmek ve öğrendiklerini başkalarına öğretmekten öte bir şey değildir. Yaratılmış olan insan sadece öğrenmekle mükellef kılınmamış, aynı zamanda öğrendiklerini öğretmekle de yükümlü tutulmuştur. Peygamber Efendimiz (sas), insanın bu yanını: "Sadakanın en üstünü, kişinin bir ilim öğrenip sonra da onu Müslüman kardeşine öğretmesidir." diyerek dile getirmiştir.Dünyada varlıkların ilk izleri görülmeye başladığından beri, davranışlarını geliştiren ve medeniyetler kurabilen tek varlık insandır. Hayvanlar veya bitkiler yüzyıllar geçmesine rağmen, hâlâ eskisi gibi yaşamaya devam etmektedir. İnsan sahip olduğu ilimle farkını ortaya koyar. Ancak, bilgi sahibi olmak, insanın ilim öğrenmesinin yegâne gâyesi değildir. İlim sahibi olmanın temel gâyesi, sahip olunan bilginin insanoğluna mürşit ve rehber olması ve öğrenilen bilgilerle, insanî kemâlâta giden yolların aydınlığa kavuşturulmasıdır. İnsanı insan olma şuuruna yaklaştırmayan bir ilim, sahibinin sırtında bir yük; insanı ulvî hedeflere yöneltmeyen bilgiler de, işe yaramayan birer aldatmacadır.Günümüzde ilim baş döndürücü bir şekilde gelişmekte. Bir gün önce öğrendiklerimiz, bir gün sonra yeterli gelmemekte. Her geçen gün mikro-âlemden makro-âleme kadar geniş bir sahada, birçok yeni bilgi ortaya konmakta ve varlığa ait karanlık noktalar insan için günbegün daha büyük bir hızla aydınlanmaktadır. İlmin ve gelişmenin dışında kalan insan yavaş yavaş insan olma farkını yitirmekte, yaratılış gâyesinden uzaklaşmaktadır. Nitekim bu hususta Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (sas), "Bir günü bir gününe eşit olan bizden değildir." buyurmaktadır.Bilgi çağında yaşayan biz insanlar için öğrenme her geçen gün önemini daha da artırmaktadır. Öğrenmemiz gereken bilginin çokluğu, buna karşı öğrenmeye ayrılan zamanın azlığı işimizi daha da zorlaştırmaktadır. Dünya, bilginin hızla üretildiği ve aynı hızda tüketildiği bir yapıya bürünüyor. Francis Bacon'un dediği gibi: "Bilgi güçtür." Gücü elinde bulunduran ise her şeye sahip olabilir. İnsan ancak bilgiyle kâinatın sırlarını çözebilmektedir.Gelişmiş ülkeleri diğerlerinden ayıran en önemli faktör, bilgi sermayeleridir. Günümüzde insanın değeri sahip olduğu bilgiyle ve onu kullanma becerisiyle ölçülmektedir. Eğer güçlü olmak istiyorsanız, size itibar edilmesini arzuluyorsanız, arkadaşlarınızın ve dostlarınızın size değer vermesini bekliyorsanız, bunlardan daha da önemlisi Hz. Muhammed (sas)'in isteklerini yerine getirmek, Yaratıcı'nın emirlerine uymak istiyorsanız bilgili olmalısınız. Hele hele dünya adına iyi bir hayat ve mutlu bir gelecek; âhiret adına da cennet bahçelerinden bir bahçe veya Allah katında en değerli makam olan O'nun rızasını kazanma bilgili olmaya bağlıdır.Bilginin sürekli yenilenmesi ve eski bilgilerin geçerliliğini çabuk yitirmesi, insanları sürekli öğrenmeye ve yenilenmeye itmiştir. Kendini yenilemeyen ve gelişmelerden uzak kalan insan, bilgi okyanusunda boğulmaya yüz tutuyor. Önceleri bedenen güçlü insanlar, sonraları zengin insanlar başarılı sayılırdı ve diğer insanlara göre daha çok değerli olurdu. Bilgi çağında ise, bilgili olan insan değerlidir ve ancak o kazançlıdır. Kur’an-ı Kerim bunu: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer 9), "Allah içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin…" (Mücadele 11) âyetleriyle belirtmiştir.Öğrenmek ve yenilenmek ömür boyu sürer. Hz. Muhammed (sas) hayat boyu öğrenmeye devam etmiş ve ilim halkalarına katılmıştır. Abdullah İbni Amr bu hususla ilgili olarak şunu anlatıyor: "Resûlullah (sas) bir gün, evinden çıkıp mescide girmişti. Mescitte ise iki halka vardı. Birinde halk, Kur'ân okuyor, Allah'a dua ediyordu. Diğerinde ise, ilim öğrenip ilim öğretmekle meşguldü. Resûlullah (sas): Her ikisi de hayır üzeredir. Şunlar Kur'ân okuyorlar, Allah'a dua ediyorlar, Allah (taleplerini) dilerse onlara verir, dilemezse vermez. Bunlar ise, öğrenip öğretiyorlar. Ben de bir muallim olarak gönderildim! buyurdular ve ilim halkasına oturdular." Resûlullah'ın bu tavrı her insanın ilim öğrenmek için örnek alması gereken bir davranıştır. Günümüz dünyasında, bilgi ve hız önem kazanmıştır. İnsanlar artık sadece öğrenmek için çabalamıyor, aynı zamanda "Nasıl öğrenmeliyiz?" sorusuna cevap arıyor.Öğrenmeye ve ilim sahibi olmaya başlamadan önce, öğrenmeyi öğrenmek gerekiyor. Kişi bilgiyi öğrenmeden önce, bunları daha iyi ve daha çabuk nasıl öğreneceğini bilmelidir. Ancak bu şekilde, bilgi çağında yaşamayı başaran insanlar arasında yerimizi alabiliriz. Bir hikâyeye göre: Amerikalı bir iş adamıyla Japon meslektaşı ormanda dolaşırken vahşi bir ses duyarlar ve irkilirler. Arkalarına baktıklarında aç bir aslanın üzerlerine doğru koşmaya başladığını görürler. Her ikisi de hızla oradan kaçmaya başlar. Kaçarken Japon aniden durur ve yere oturarak çantasından spor ayakkabısını giymeye başlar. 20 metre kadar fark atmış olan Amerikalı: "O spor ayakkabılarını giyerek aç bir aslandan daha hızlı koşabileceğini mi sanıyorsun?" diye bağırarak koşmaya devam eder. Spor ayakkabılarını giymeyi tamamlayan Japon ok gibi yerinden fırlar, önce Amerikalıyı yakalar, sonra da geçer. Geride kalan Amerikalı'nın aslana yem olmak üzere olduğunu gören Japon, Amerikalıya cevabını verir: "Evet ben bu spor ayakkabılarımla aç bir aslandan daha hızlı koşamayabilirim; ama senden daha hızlı koşabilirim."Bu hikâyede olduğu gibi, bilgi çağında önde koşabilmenin yolu daha hızlı nasıl koşulabileceğini öğrenmekten geçiyor. Koşmaya önceden başlama çok fazla bir önem taşımıyor.Herhangi bir eğitim almadan önce öğrenmenin öğrenilmesi gerektiği gerçeği günümüzde daha da önem kazanmıştır. Günümüz insanı bu konuda daha bilinçli davranmak zorunda kalmıştır. Peygamber Efendimiz: "Mü'min kişiye, hayatta iken yaptığı amel ve iyiliklerden, öldükten sonra ulaşanlar, öğretip neşrettiği bir ilim, geride bıraktığı salih bir evlat, miras bıraktığı mushaf (kitap), inşa ettiği bir mescit, yolcular için yaptırdığı bir bina, akıttığı bir su, hayatta ve sağlıklı iken verdiği bir sadakadır. Ölümünden sonra kişiye işte bunlar ulaşır." sözüyle de, İslâmiyet’in öğrenmeye ve öğretmeye verdiği önemi göstermektedir.Öğrenme bilginin beyinde işlenmesiyle başlar ve kullanıma dönüşmesiyle son bulur. Bilgi, varlıkların, olayların ve kâinattaki gerçeklerin duyu organlarıyla algılanması ve bunların beyin tarafından yorumlanması, mânâlandırılmasıdır. Bu mânâlandırma ve tanımlama süreci ömür boyu devam eder. Her şeyi çok farklı şekillerde yaratma gücüne sahip olan Allah, insanların beyinlerindeki algılama sistemlerini de birbirinden farklı yaratmıştır. Kişinin algılama yapısı bilinirse, buna uygun öğrenme modeli kullanılarak bilgi edinme ve öğrenme daha kolay gerçekleşir. Öğrenmeyi kolay ve kalıcı hale getirmenin yolu, algılama sistemine uygun öğrenme yöntemini kullanmaktır.Algılama ve öğrenme metotlarıİnsanların algılama, düşünme ve öğrenme yöntemleri arasında önemli farklar vardır. Bunun sebebi her kişinin beyin yapısının farklı bir algılama ve öğrenme sisteminde yaratılmış olmasıdır. Yaşanan olaylarla ilgili olarak insanların kiminde görüntüler, kiminde sesler, kiminde hissettikleri duygular, kiminde koku ve tatlar ön plâna çıkar. İnsanlar yaşadıklarını kendilerinde ön plâna çıkan yanlarıyla algılar ve zihinlerinde canlandırır. Zihindeki varlık ve olaylarla ilgili tasavvurlar bilgiyi meydana getirir. Her fert kendine has bir mânâlandırma ve yorumlama yapar. Bu durum insanların öğrenme ve hatırlama sistemlerinin farklı olmasından kaynaklanır. İnsanların öğrenme ve hatırlama sistemlerini bilmeleri, öğrenmelerini kolaylaştırarak, hatırda tutmayı güçlendirir. Aslında her insan farklı şekillerdeki algılama ve öğrenme sistemlerinin hepsine sahip olmakla birlikte, her kişide bunlardan biri daha baskın durumdadır. Yani hadise ve varlıkların algılamasında bazı insanlarda onların görüntüsü, bazılarında sesi ve bazılarında dokunmayla oluşan hisleri daha tesirli olmaktadır. Eğer bunlara ayrı birer isim vermek gerekirse, birinci gruptakilere "görüntüleri algılayan beyinler", ikinci gruptakilere "sesleri algılayan beyinler" ve üçüncü gruptakilere ise, "dokunmaları algılayan beyinler" denilebilir.Görüntüleri algılayan beyinlerEğer bir hadise veya varlığın sesinden ve diğer hususiyetlerinden ziyade, kişinin zihninde onun görüntüsü kalıyor ve kişi daha sonra o hadise ve varlığı daha ziyade onun görüntüsüne ait ipuçlarından hatırlıyorsa, bu kişi, "görüntüleri algılayan beyin" tipine sahiptir. Bu kişilerin kullandıkları kelimeler ağırlıklı olarak görüntü ile alâkalıdır. Bir olayı veya durumu anlatırken onun görünüş özelliklerini ön plâna çıkartırlar. Meselâ, bir arkadaşını başkasına tanıtmak için uzun boylu, siyah saçlı, mavi gözlü gibi görsel niteliklerini söylerler. Görüntülerle düşündükleri için hızlı konuşurlar. Konuşmalarına dikkat etmezler çünkü beyinlerindeki şekillere yetişmeye çalışırlar. Beyin yapısının görüntüleri algılamasının yüksek olduğunu öğrenen fert, öğrenme faaliyetini şemalara, grafiklere ve görünen unsurlara dayandırmalıdır. Kitap okurken, öğrenmeleri gereken noktaların altını renkli kalemlerle çizebilir. Okudukları veya dinledikleri ile ilgili grafik veya şema çizerek daha kolay öğrenebilir. Görüntüye dayalı öğrenenlerde hayallere dalma çok görülür. Bundan dolayı dalgınlık ve dikkat eksikliği diğer insanlara göre biraz fazladır. Kendilerine okudukları kitapla ilgili bir soru sorulduğunda, sorunun cevabını düşünürken, o cevabın yazılı olduğu sayfanın görüntüsünü hatırlamaya çalışır. Sesleri algılayan beyinlerBu beyin tipine sahip kişiler, öğrendikleri bilgilerin daha çok işittikleri seslerle ilgili yanını hatırlayabilir. Okumak yerine dinleyerek daha çabuk öğrenirler. Bir şeyi kendileri öğrenmek zorunda kaldıklarında, yüksek sesle okumayı tercih ederler. Kendilerine herhangi bir şey anlatıldığında, bir kez de kendi cümleleriyle tekrar ederler. Sesli düşünmeyi severler. Aslında düşüncelerini dile getirerek daha iyi öğrenmenin çabası içerisine girerler.Sözel şeylere daha çok alâka duyarlar. Söylenilen kelimeleri yıllar sonra hatırlayabilirler. Şiir gibi konuşur, konuşmaktan zevk alırlar. Sözlerinin kesilmesinden hoşlanmazlar. Bir arkadaşını anlattığında, onu kalın sesli, iyi konuşan şeklinde sesle ilgili yanlarıyla tanıtırlar. Sesleri algılayarak öğrenenler, okudukları şeyi zihinlerinde yüksek sesle tekrarlarlar. Tek başlarına yüksek sesle kitap okumayı tercih ederler ve bu metotla okuduklarını daha çabuk kavrarlar. Bilgiyi dinleyerek veya arkadaşlarıyla tartışarak daha iyi öğrenirler. Gürültüden çabuk etkilenirler. Gürültülü ortamda öğrenemezler, zihni dağıtıcı sesler onları çok rahatsız eder. Kendilerine bir soru sorulduğunda çözüm aşamalarını seslendirerek bir sonraki aşamayı hatırlamaya çalışırlar. Bu beyin tipine sahip bir öğrenci için en ideal öğrenme metodu, dersi öğretmenden dinlemektir.Dokunmaları algılayan beyinlerDokunduklarını daha çabuk algılayanlar çevrelerini hisleriyle öğrenirler. Yaşadıkları her olay veya durum his dünyalarını etkiler ve onları hisleriyle hatırlarlar. Konuşmaktan hoşlanmazlar. İnsanlarla iletişim kurarken dokunma duyularını kullanırlar. İletişim kurdukları kişilerle fizikî temas kurmayı tercih ederler. Bir şeye dokunmadan onun hakkında karar vermek istemezler. Kitap okumaya başlamadan önce, kitaba dokunarak tanımaya çalışır, okuduğu satırları işaret parmağını kullanarak takip ederler. Öğrenme faaliyetinde bulunurken, dokunma duygularını aktif bir şekilde kullanırlar. Oturdukları sandalyenin sertliği, masanın yüksekliği ve okudukları kitabın ağırlığı üzerine yoğunlaşırlar. Sessiz ve hareketsiz bir şekilde öğrenme faaliyeti gerçekleştiremezler. Kitap okurken sık sık hareket ederler. Ellerini bir yere sürerler, ayaklarını sallarlar. Not tutarak daha kolay öğrenirler. Çünkü not tutma esnasında kalemin sertliğini, kalemin ucunun kâğıda temasını hissederler. Bu his onlarda bir duygunun oluşmasına yol açar. Bu duygu o bilgiyi öğrenmelerini kolaylaştırır. Bu özelliğe sahip bir öğrenci için en iyi öğrenme yolu, not tutmaktır.

Oku(ya)mayanlara Dikkat


Oku(ya)mayanlara Dikkat Dr. Hasan AYDINLI
Hakikatleri kavramada, okumanın yanında; işitme-dinleme, görme, dokunma ve tecrübe gibi alternatifler vardır; ancak bu alternatif faktörler, okumanın değerini yok edememektedir. Okumak; hayatın her kademesinde öğrenme, tecrübe, keşif ve şahsî kemalât için elzemdir. Okuyamayan kişiler, doğruya ulaşmada maddî-mânevî sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalabilir. ‘Okuyabilme’nin kıymetini, okuma güçlüğü (disleksi) olan kişilerin yaşadıklarına bakarak daha iyi anlayabiliriz.Okuma güçlüğü nedir? Literatüre 1978 yılında giren ‘okuyamama problemi’, belli bir zekâ seviyesine rağmen kişinin, zekâsını okuma yönünde kullanamaması olarak tarif edilir. Yaşına uygun birçok işi rahatlıkla yapabilen, matematikte, yazı yazmada, el işlerinde kabiliyetli bir çocuğun, harfleri öğrenemediği ve buna bağlı olarak herhangi basit bir metni okuyamadığı görülebilir. Bu tip okuma güçlüğü, zekâ geriliğine veya noksanlığına bağlı bir durum değildir; çünkü Einstein, Edison gibi mucitlerin de geçmişte bu problemden muzdarip olduğu bilinmektedir.Yavaş okuma, eksik okuma, okuma çalışmalarını sevmeme, okuduğunu anlayamama, kelimelerin sonunu yanlış tamamlama gibi belirtiler, okuma güçlüğü olan kişilerde sık görülür. Bu kişiler, ‘b-d’, ‘m-n’ gibi benzer harfleri karıştırabilir; bazı harfleri hatırlamakta güçlük çekebilir. Öğrenmeye karşı duyulan isteksizlik, basit kavramları bile öğrenememe, kelimelerin yerini karıştırma, geç konuşma, dili kullanma kabiliyetinde görülen eksiklikler, farklı öğrenme yollarını tercih etme, öğrenme esnasında çabuk sıkılma gibi durumlar, okul öncesi dönemde okuma güçlüğünün bazı belirtileri olarak sayılabilir. Derslere ilgisizlik, çalışmaya rağmen istenen verimi elde edememe, okuma veya yazmada yaşanan zorluklar, okuma güçlüğünün okul döneminde ortaya çıkan tezahürleridir. İlkokul birinci sınıftaki bir çocuğun dakikada ortalama 70; beşinci sınıftaki bir çocuğun da 120 kelimeden daha az okuması okuma güçlüğü belirtisi olarak değerlendirilebilir. Dünyada görülme sıklığı % 4 olarak hesaplanan bu problemden, ülkemizde birçok çocuğun muzdarip olduğu tahmin edilmektedir.Okuma güçlüğünün sebepleri Gelişme esnasında, sinir hücresi bağlantılarının olması gerekenden farklı yere bağlanması gibi durumlar bu rahatsızlığın sebebi olarak gösterilse de, okuma güçlüğüne yol açan hususun ne olduğuna dâir kesin bir delil ortaya konamamıştır. Gıdalardaki bazı nörotoksik katkı maddeleri, çocukların beyin gelişmesine menfî tesir ederek bu konudaki riski artırabilir. Bununla beraber okuma güçlüğü; sol elini kullananlarda, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olanlar ile anne veya babası bu tür zorluk yaşayanlarda daha sık görülmektedir. Okuma güçlüğünde, genetik faktörlerin önemli rolleri olduğuna dâir çok sayıda çalışma vardır. Son zamanlarda, tv ve bilgisayarla aşırı şekilde meşgul olan çocukların okuma güçlüğü yaşadığı bilinmektedir. Aşırı şekilde tv seyretmenin okuma güçlüğüne sebep olabileceği düşünülmektedir. Görme ve işitmeye ait uyarılar birbiriyle yakından bağlantılı olduğundan, görme duyusu aşırı uyarılan (meselâ tv ve bilgisayara kendini fazla kaptıran) çocuklarda, konuşma ve dili kullanma kabiliyeti daha yavaş gelişebilmektedir. Ayrıca, tv ve bilgisayarla haddinden fazla vakit harcayan bir çocuk, kitap okurken veya birini dinlerken yerinde duramamakta, âdeta günlük hayattaki öğrenme faaliyetlerinin de tv ve bilgisayardaki gibi renkli ve hareketli olmasını beklemektedir. Bu çocuklarda, bir kelime görüldüğünde olması gereken bir seri öğrenme işlemi gerçekleşmez. Okuma işleminin gerçekleşmesi için, bir harf görüldüğünde, işitme ve görmeye ait merkezlerle hafızanın devrede olması ve bu harfin beyinde tanındıktan sonra da ses olarak dışa vurulması gerekir. Görüldüğü üzere, basit gibi görünen okuma işleminde, beyinde birçok merkez hassas bir denge içinde çalıştırılmaktadır. Bu merkezler arasındaki nöron bağlantılarındaki farklılıklar, sonradan ortaya çıkan fizikî veya ruhî travmalara bağlı hasarlar ve doğuştan getirilen bazı problemler, kelimenin tanınması ve okunmasına menfî tesir edebilir.
Okumayı öğrenmek için, gelen bilgilerin duyu organlarından beyne girerek burada kaydedilmesi, organize edilmesi, anlaşılması ve işleme konulup yorumlanması ve tekrar kullanılmak üzere depo edilmesinden sonra, mesaj olarak hücrelere, sinir ve kaslara, gönderilmesi gerekir.Müdahale edilmezse ne olur? Okuma güçlüğü olanlarda; diğer öğrenme güçlükleri (yazma, hesaplama vb.) de olabilir. Hiperaktifçocukların % 30-70; davranış bozukluğu olanların ise, % 30-40 kadarında öğrenme güçlüğü vardır. Okuma güçlüğü olanlarda ders başarısızlığı, sınıf tekrarı ve zaman içinde okuldan ayrılma gibi durumlar ortaya çıkabilir. Birçok anne-baba, çocuğunun kitap okumadığından şikâyet eder. Bu çocukların okumayı sevmedikleri için mi okumadıkları, yoksa okuyamadıkları için mi okumayı sevmedikleri belirsizdir. Anne-babaların, çocukların oku(ya)mama sebebini iyi araştırmaları gerekir. Oku(ya)mayan çocukların okuma problemleri uygun bir şekilde tedavi edilmelidir.Okuma faaliyeti zihin ve dilde ne kadar rahat gerçekleşirse, okuma, çocuk açısından o kadar kolay olur. Okuma esnasında zihinde harcanan enerji ne kadar az ise, okuma da o kadar rahat ve anlaşılır gerçekleşir. Okuma için ayırdıkları vakit ve harcadıkları enerji fazla olduğundan, okuma güçlüğü yaşayan kişiler zamanla okuma ve öğrenmeden uzaklaşabilir.Tedavisi nasıldır? Okuma güçlüğünün tedavisinde, erken tespit ve müdahalelenin önemli bir yeri vardır. Sinir sisteminin olgunlaşması tamamlanmadan, yani okuma güçlüğü yaşayan kişi tam erişkin olmadan (beyindeki bağlantıların gelişmesi % 90 nispetinde 12 yaşında tamamlanır) müdahale edilirse, başarı nispeti artar. Tedavide özel eğitim çalışmaları uygulanır. Bu eğitim çalışmalarında, kişinin öğrenmeyi teşvik edici hususiyeti haiz merak alanları desteklenerek güçlükler giderilmeye çalışılır. Okuma güçlüğü yaşayan kişilerin önemli bir kısmının; mekanik, teknik, mühendislik, mimarî sahalarında ve el işlerinde oldukça kabiliyetli olduğu görülmektedir. Çok kitap okutmak, bu konuda kısmî çözüm sağlasa da, esas olarak uygun bir eğitim metodu ile kişinin öğrenme yolları çalıştırılmalıdır.Neler yapılabilir? * Hayatın ilk yıllarından itibaren beyindeki öğrenme işleminin gerçekleştirilmesine katkıda bulunmak için, çocukla oyun oynayıp, bolca vakit geçirmek; * Sadece bir duyu organının değil (meselâ sadece görme), diğerlerinin de (işitme, dokunma gibi) ortak çalıştırıldığı aktivitelere ağırlık vermek;* Bilhassa 0-5 yaştaki çocukları, tv ve bilgisayardan olabildiğince uzak tutmak;* Dimağın sağlıklı çalışmasına vesile olabilecek üzüm şekerini ve B vitamini türlerini ihmal etmemek;* Belli kavramları belli yaşlarda öğrenemeyen çocuklara erken müdahale etmek;* Konuşmaya geç başlayan çocuklara, okuma güçlüğü açısından daha fazla dikkat etmek;* Sağ ve solu karıştıran, yön bulmada zorlanan, hantallık ve sakarlığı bulunan çocukları önceden tespit ederek, onlara gerekli yardımı yapmak; * Anneleri, hamilelik döneminde; çocukları ise, özellikle 5-7 yaş arasında sigara dumanından, elektromanyetik dalgalardan, katkı maddesi bulunduran gıdalardan, radyoaktif ışınlardan uzak tutmak; * Hamilelik döneminde ve sonrasında annenin kitap okuması, zihnini aktif olarak kullanması; küçük çocuklara dinlemelerini sağlayacak türde kitaplar okunması;* Beynin oksijen ve gıda bakımından beslenmesini engelleyici, solunum ve dolaşım sistemlerine menfî tesir eden hastalıkların hemen tedavi edilmesi;* Dikkat eksikliği olan çocukları tespit ederek onlara yardımcı olmak;* Çocukların muhtemel görme bozukluklarını tedavi ettirmek.Okumanın hayli mühim olduğu günümüzde, bu sıkıntıyı yaşayan çocuklara yardımcı olmak, onların böyle büyük bir nimetten mahrum kalmasını bir nebze olsun engelleyecektir. Birçok problemin bilgisizlikten kaynaklandığı düşünüldüğünde, okuma güçlüğü yaşayan çocukların problemlerinin çözülmesinde atılacak adımlar önemlidir. Okumayı seven nesillerin yetiştirilmesinde, oku(ya)mayan çocukların fark edilmesi ve yönlendirilmesi ciddi bir kazanç olacaktır.
Kaynaklar- DSM-IV Diagnostic Manual of Mental Disorders. Fourth Edition, 1994 APA.- Gabrielle Weiss, 1996, Attention deficit hyperactivity disorder. Ed M Lewis, 1996, second edition, Williams Wilkins p.544

90 yazarla Türk öykücülüğü


90 yazarla Türk öykücülüğü
SAİD AYDIN
Antolojilerin dünya edebiyatında da, Türk edebiyatında da tartışmasız bir misyonunun olduğu bir gerçek. Tezkirecilikten devralınan mirası da olduğu gerçeğini de hesaba katarsak, antolojilerin, güldestelerin etki alanının da, belirli bir misyonunun da olduğunu iddia etmek mümkün görünüyor.
Zaman zaman antolojiyi hazırlayan tarafından bazı özel kıstaslara göre hazırlanan, bazen o edebiyat dışından biri tarafından tertip edilen, konusuna, disiplinine, hatta yazarların cinsiyetine göre bile değişiklik gösteren çeşitli antolojilere rastlamak mümkün. Antolojilerin okuyucu için bir “kolaylık” alanı sağladığı gerçeği göz ardı edilemez diye düşünüyorum. Özellikle şiir antolojileri sonrası çıkan hararetli tartışmalar henüz çok tazeyken, antolojilerin belirli bir tartışma ortamı sağlayacak denli yaptırım gücü olduğunu tespit etmek de güç değil. Can Yayınları, yayınevinin 25 yaşına basması sebebiyle çeşitli “özel” kitaplar hazırladı 2007 yılı içerisinde. Bazıları konsept kitap şeklinde tertip edilen bu kitaplar, okuyucular açısından da, koleksiyonerler açısından da heyecan verici. Bunlardan biri de, “kuşaktan kuşağa edebiyatla” temennisi eşliğinde, yayımlanan Can Öykü Antolojisi. 90 Yazar 90 Öykü alt başlığı bize kitapla ilgili ilk bilgiyi veriyor kapaktan. Bu antolojinin “yöntem”i, Can Yayınları’nın kuruluşundan bu yana yayınevi bünyesinde öykü kitapları çıkmış yazarlardan birer öyküyü antolojiye almak şeklinde tezahür etmiş. Kitabın kulağında, yayınevinin kurucusu, bilindiği üzere kendisi de bir romancı-öykücü olan Erdal Öz’den bir alıntı var. Bu alıntıda Erdal Öz, öykücü kimliğinin de baskın etkisiyle öykü kavramı üzerine şunları söylüyor: “İyi bir romanı, uzun süren bir doğum sancısı gibi düşünürsek, öykü onun yanında bir baş dönmesi’dir. (...) İlk cümle çok önemlidir öyküde. Diyelim, okur kitaptaki ilk öyküyü okudu. Bir öykü, bir bütündür; bir roman kadar bütündür.” Bu alıntının Erdal Öz’ün yaptığı bir konuşmadan olduğunu da Celâl Üster’in kitabın girişi mahiyetinde değerlendirilebilecek Sunu’sundan öğreniyoruz. Burada Üster, genel olarak Can Yayınları’nın Erdal Öz öncülüğünde yaptıklarından, başardıklarından söz ediyor; dünya edebiyatından Türkçeye kazandırılan önemli eserlerin Can Yayınları’nca sahih çeviriler eşliğinde basılması, öykü disiplinine her daim azımsanmayacak bir yer ayrılmış olması, gibi olgular eşliğinde. Antolojide okuyucunun merakını uyandıracak detaylar da mevcut aslında. Bunlardan sanırım en önemlisi antolojinin kimin tarafından hazırlandığının kitabın herhangi bir yerinde zikredilmemiş olması. Üster’in “Sunu”sunda bu konuda bir bilgiye rastlanmıyor, keza künyede de. Bu konudaki muğlaklığın sebebi nedir bilmiyorum; ama antoloji okuru için, kitabın tarihselliği, bağlamı, seçilen eserlerin gücü, kitabın içerisindeki isimlerin çeşitliliği (ya da tam tersi) gibi ayrıntıların önemi kadar, antolojinin hangi beğeniye göre hazırlandığını bilmek de önemli. Doğan Hızlan’ın bir yazısında (Hürriyet, 17 Kasım 2007) antolojiyi hazırlayanın Faruk Duman olduğu bilgisi veriliyor okuyucuya. Kitabın biyografiler kısmında Faruk Duman’ın hazırlayan olduğuyla ilgili bir bilgi var mıdır diye bakıldığında, bir sonuca ulaşılamıyor. Yöntemle ilgili de paylaştığı bir bilgi var Hızlan’ın aynı yazıda. Hızlan’ın yöntemle ilgili söylediği “Seçilen öyküler konusunda yazarlara da danışılmış, onların da onayı alınmış.” cümlesi, ilk bakışta antolojiyi hazırlayanın “sağlıklı” bir yöntem izlediği fikrini veriyorsa da, şu an hayatta olmayan yazarlarla ilgili nasıl bir yöntem izlendiği kısmı muğlak kalıyor bu sefer de.
“Zor zamanlar”da dahi kitap yayımlayabilmiş, 25 yıldır bir “edebiyat yayınevi” olarak kalabilmiş Can Yayınları’nın Can Öykü Antolojisi için, rahatlıkla, öykü disiplini içre bir “panorama” sunmuş denilebilir diye düşünüyorum. Öykünün “büyük” isimlerinin (Aynı zamanda şiirin de büyük bir ismi olarak sayılabilecek Cahit Sıtkı Tarancı’yla açılan kitap, Peride Celal, Vüsat O.Bener, Bilge Karasu, Füruzan, Ferit Edgü, Osman Şahin, Nursel Duruel, İnci Aral, Cemil Kavukçu, Feridun Andaç gibi isimlerle devam ediyor ve Hakan Şenocak, Ayfer Tunç, Murat Gülsoy, Şebnem İşigüzel, Faruk Duman, Seray Şahiner ile kapanıyor) birer eserle yer aldığı bu antolojinin okuyucu için bir armağan olduğu söylenebilir. Can Yayınları’na nice 25 yıllara demek için çok sebep var, biri de bu kitap işte.
http://kitapzamani.zaman.com.tr/?bl=31&hn=937Bölüm

Rambo’dan seyirciye tuzak


Rambo’dan seyirciye tuzak
BURÇİN S. YALÇIN
Sylvester Stallone, Rocky serisine altıncı halkayı eklediğinde bu onu bu sayfalarda da uğurlamıştık. Şimdi sıra Rambo’da. “İlk Kan” serisine çektiği dördüncü film “John Rambo”yla Stallone, bir kahramanını daha son kez tozlu mahzeninden çıkarıyor.
Tıpkı Rocky gibi, John Rambo da sinema tarihinin en nadide kahramanlarından biri. Yıllar yılı faşizan eylemlerinin peşi sıra bizi de sürükleyerek kendisine karşı içimizde beslediğimiz ikircikli bir canavarın büyümesine engel olamadı. Hadi bu canavarın ismini koymaktan kaçmayalım: İntikam… John Rambo, Amerikan sağının 1980’ler sinemasındaki bir numaralı tetikçisine, dönemin ABD başkanı Reagan’ın neredeyse sağ koluna dönüşmüştü 80’lerin sonuna doğru. (Bunda Sylvester Stallone’nin de sağa meyleden politik görüşünün ve zamanlamasını buna göre şekillendirdiği filmografisinin payı vardır, hatırlarsanız 1985 yapımı “Rocky IV”te de Rus boksör Ivan Drago’yu Sovyetler Birliği bayrağının önünde yere seriyordu.) 1985 yazında gösterime giren “İlk Kan 2”de Vietnam’daki Amerikalı esirleri kurtardığı sıralarda Reagan da gerçek hayatta (haziran ayında) Lübnan’da rehin alınan 39 Amerikalının salıverilmesi için ter döküyordu. Ve rehinelerinin serbest bırakılmasının ardından Amerikan kamuoyuna ağzından şu cümleler dökülecekti: “Geçen gece Rambo’yu izledikten sonra, artık benzer bir olay başımıza geldiğinde ne yapılacağını biliyorum.” Sadece bu sözleri duyan birisi bile Rambo isminin 1980’leri tanımlayan birkaç kelimeden biri olduğuna hükmedebilir. Sadece toplumsal olarak değil, politik olarak da… 1988’de “Rambo III”te gerçek bir ‘komünist-savar’ görevi gördükten ve Sovyetler’e gereken dersi verdikten yalnızca birkaç yıl sonra, biliyorsunuz, Doğu Bloku çöktü; sinemasal anlamda da tıpkı Chuck Norris, Rambo ve elbette James Bond gibi Soğuk Savaş’ın kirli çarklarından beslenen kimi aksiyon kahramanlarının misyonlarının da böylece sona erdiğini sanıyorduk ama yanılmışız. En azından son ikisinde… Bond, nazar değmesin, belki de en kârlı maceralarını Soğuk Savaş ertesinde yaşadı. Ve nihayet Rambo da tam 20 yıl sonra o dillere destan bıçağını eline alıyor.
O bir Yeşil Bereli!
Kim ne derse desin, Rambo bir dönemin simgesi. Ve o simge bir şekilde bugüne damgasını vurmak için geri dönüyor. Gelin önce eski filmlere bir göz atalım, oradan da yeni filmdeki görevi kısaca inceleyelim.
Her Rambo filmi, kahramanına da savaşmak için bir bahane, bir misyon biçer. İlk film “İlk Kan”, Vietnam’dan yorgun argın dönen bir gazi olarak resmeder onu. Savaştaki yakın bir silah arkadaşını ziyarete gelmiş; ama ne yazık ki savaşta Amerika’nın kullandığı kimi kimyasal bombaların da etkisiyle erken yaşta bu dünyadan göçüp gitmiştir bu arkadaş. Kasabadan ayrılacakken şerifin küçük çaplı bir tacizine uğrar ve kısa sürede kendisini kodeste bulur. Amerikan tarzı bir işkenceden geçtikten sonra hücresinden kaçar ve intikam alabilmek için de soluğu ormanda alır…
İlk filmi izleyenler sanırım hemfikirlerdir, fikirsel bazda Rambo serisinin politik anlamda en doğru doneler üstünde akan filmi budur. Kaybedilmiş bir savaştan dönmüş bir kahramandır o; ama her nasılsa beklediği destekten ziyade ummadığı bir köstekle selamlanır kasabanın şerifi tarafından. Zaten Rambo’nun yıldızının otoriteyle asla barışmadığı serinin sıkı takipçilerinin onaylayacağı bir gerçektir. Tabii büyük bir sadakatle bir dediğini iki etmediği, akıl hocası Albay Samuel Trautman’ı saymazsak…
İlk filmin yakaladığı büyük popülariteyi, üç yıl sonraki devam filmi “İlk Kan 2” izledi. Rambo bu kez Vietnam’da mahsur kalmış Amerikan esirlerine el veriyordu. Bu misyonla neredeyse tüm bir Vietnam savaşının intikamını almayı başarıyor, bir kez daha savaş alanından büyük bir zaferle ayrılıyordu.
Üçüncü filmde Sovyetler’in eline düşen albayı için canını hiçe sayıyor, üstelik görevinin sonunda albayını ipten almakla kalmıyor, tüm Afganistan’ı işgalden kurtarıyordu. Dimyat’a bulgura giderken avuç avuç pirinçle dönmek gibi bir şeydi bu muhakkak. Ekran kararmadan önce “Bu film cesur Afgan mücahitlerine adanmıştır” ibaresini okumanız bile mümkündü.
Şimdi gerekliliği tartışılır dördüncü bir filmde, üstelik ilk kez seri boyunca Stallone’nin yönetmenliği altında, Rambo tekrar sinema perdesinden bizlere bubi tuzağı kurmaya hazırlanıyor. Irak’ta Amerikan askerleri insanlığı ayaklar altında dümdüz ederken, o da utanmadan soluğu bir kez daha Uzakdoğu’da alıyor. Stallone’ye yakın tarihte bununla ilgili bir soru sorulmuş: ‘Sizce neden Rambo, Irak’ta değil de, artık Tayland’da devam ediyor eylemlerine?’ Cevabı basit. “Çünkü eğer görevi Irak’a taşısaydım, oradaki askerlerimize saygısızlık etmiş olurdum.” Evet, böyle buyuruyor Stallone ve açıkçası kurşunlarını işine geldiği insanlara işine geldiği biçimlerde dağıtma politikasını da iyiden iyiye ele veriyor.
Serinin dördüncü filmi şu sıralar Amerikan gişelerinde eski filmlerinkini mumla aratan bir performansa imza atmakta. Ama yine de bu, o kadar olmasa da, bu filmin de belli ölçüde ilgi gördüğü gerçeğini değiştirmiyor. Stallone bir kez daha içindeki canavarı sinemaya salıyor. Enikonu bir karşılık da alıyor.
“Rambo III”te işkence altındayken Rambo’yu nasıl bulabileceğini soran Sovyet askerine Albay Trautman’ın da dediği gibi: “Sizin onu bulmanıza gerek yok, o sizi bulur.” Gerçekten de öyle, John Rambo bizi bir kez daha buluyor…

http://genclik.zaman.com.tr/?bl=8&hn=1208

Virüsün yıllık maliyeti 50 milyar $


Yem olarak ünlü kadınların ismini kullanıyorlar Virüsün yıllık maliyeti 50 milyar $
ÖNDER DELİGÖZ
Popüler iletişim ağı MSN’de sanal gevezeliğin tam da zirvesine çıkmışken bir pencere açılıverir. ‘Hey! Check out this fantastic link: www…..com’ (Bu fantastik linke bir bak) yazısı düşer sohbet penceresine. Ya da ‘Bu fotoğrafları Photoshop’ta yeni yaptım.
Baksana!’ diyebilir sahte arkadaş. Muhtemelen yes, no’dan başka İngilizce kelime bilmeyen, ya da chat, oyun haricinde bilgisayardan anlamayan birinden gelen bu iletiye kanıp da linki tıklar, dosyayı indirirseniz ne olur? Dahası Britney Spears’ın fotoğrafını göstermeyi vaat eden davetleri yanıtlarsanız başınıza ne gelir? Programlarınızın işleyişi bozulur, hard diskiniz zarar görür, en kötüsü de kişisel bilgileriniz kötü niyetlilerin paylaşımına açılır. Sebep: Virüs. Sonuç: Maddi zararın yanında bir de klavyeyi fırlattıracak kadar sinir bozucu bir psikoloji.
Aslında her şey ilgi çekmeye çalışan Amerikalı bir lise talebesinin ‘küçük bir şaka’sıyla başlamıştı. Richard Skrenta, 1982 yılında Elk Cloner adlı ilk virüsü yazdı ve bunu çevresine yaymaya başladı. Zararlı yazılım furyası yıllar içerisinde öyle bir gelişti ki virüslerin sayısı artık yüz binli rakamlarla ifade ediliyor. Tabii bir de işin mücadele kısmı var. Öyle ki 38 milyar dolarlık bir sektör oluştu. Bu rakamın iki sene sonra 60 milyar doları aşacağı öngörülüyor. Büyük kurumlar büyük bütçeleriyle önlemlerini alır da ev kullanıcılarına tavsiyemiz şu: Merakınıza yenik düşüp de güvenliksiz sitelerde dolaşmayın, her önünüze gelen daveti cevaplamayın.
En amatöründen en profesyoneline, devlet kurumundan özel sektöre kadar bütün bilgisayar kullanıcılarının ortak kâbusu virüsler. Sadece 2000 ile 2007 yılları arasında, virüslerin sebep olduğu maddi zararın yaklaşık 100 milyar dolar olduğunu söylersek ‘kâbus’ terimi az bile kalır herhalde. Yayılan ilk virüs olduğuna inanılan Elk Cloner, bundan yaklaşık 25 yıl önce Amerika Pensilvanya’daki Lübnan dağı Lisesi’nde eğitim gören bir lise öğrencisi tarafından yazıldı. Richard Skrenta adlı öğrencinin amacı biraz ilgi çekmek biraz da arkadaşlarına şaka yapmaktı. Apple II bilgisayarında yazdığı programı okul bilgisayarlarında ve yerel bir bilgisayar kulübünde yaymaya başladı. Fakat şaka amacını aşmış liseli gencin programı, dünya çapında yayılan ilk virüs olmuştu. 1967 doğumlu Skrenta, Northwestern Üniversitesi’ni bitirdi ve aralarında oyunların da bulunduğu çok sayıda program yazdı. Birçok firmada görev alan Skrenta online haber şirketi Topix’in kurucuları arasında. ‘Küçük bir şaka’ olarak dünyaya armağan ettiği virüs programı içinse ‘Aptalca bir şakaydı.’ diye söz ediyor. Yine de hiç tanınmamaktansa ilk virüs programını yazmış biri olarak tanınmayı tercih edeceğini söylüyor. Skrenta’nınki Apple bilgisayarlar için yazılan virüs programıydı. Microsoft işletim sistemini, yani bildiğimiz PC’leri hedef alan ilk virüs programı ise 1986’da ortaya çıktı. Floppy diskte bulunan virüsün adı Türkçe’de beyin anlamına gelen Brain’di. Bu virüsün kaynağı tam olarak bilinmese de kendi yazıp pazarladığı yazılımı korumak isteyen bir Pakistan yazılım firması tarafından yazıldığına inanılıyor. Bu virüs şimdilerde olduğu gibi geniş çaplı ve hızlı bulaşma gücüne sahip değildi. Sadece bu virüsü barındıran floppy diskleri kullanan bilgisayarlara bulaşıyordu.
Oltanın ucunda ünlü kadın isimleri var!
Bilgisayar virüsleri, ‘ilk’lerinin ardından hızla çeşitlendi. Bilgisayarların içine izinsiz girip sistemi alt üst eden bu kötü programlar, birkaç yıl öncesine kadar disketler ya da e-mailler aracılığıyla yayılırken artık girilen internet sitelerinden, download edilen programlardan bulaşıyor. Hatta önceleri ‘Virüs riski olan mailleri açmayın.’ uyarıları yapılırdı. Şimdilerde maili açmasanız bile virüs bulaşabiliyor. Bulaşan virüs bilgisayarı kullanılamaz hale getirebiliyor. Verimliliği azaltıyor, programları bozuyor, bilgisayarı sanal ortamda savunmasız hale getiriyor, kötü niyetli kişilerin kişisel bilgilere ulaşmasına sebep oluyor… Dünya çapında bilgisayar kullanıcılarına en büyük şoku yaşatan virüs, 2000 yılında ortaya çıkan ‘I love you’ adlı yazılımdı. Bu virüs tek başına 8,6 milyar dolarlık fatura çıkardı bilgisayar kullanıcılarına.
Virüs programlarını yazanların farklı farklı amaçları var. Bazıları sırf eğlence olsun diye düzgün çalışan bilgisayarları hedef alıyor. Bazılarının amacı ise ne kadar iyi bir yazılımcı olduğunu ispatlamak. En kötü kısmı da kişisel bilgilere ulaşarak kolay yoldan para kazanmak isteyenler. Aslında işin kötü tarafı bununla da sınırlı değil. Virüslere karşı önlemler artıyor, antivirüs programları gelişiyor. Fakat kötü niyetli yazılımcılar da kendilerini geliştiriyor. Kendilerine açık bir kapı buluyorlar nihayetinde. Her yolu deneyen virüs yazarlarının en sık başvurduğu yöntem ise bilgisayar kullanıcılarını ünlülerin isimleriyle kandırmak. Yazdıkları virüsü yayabilmek, kullanıcının zararlı programı indirmesini sağlamak için Britney Spears, Jennifer Lopez, Shakira, Anna Kournikova, Paris Hilton gibi ünlü isimleri kullanıyorlar. Yani virüslerine kendilerince güzel kadın maskesi takıyorlar. Ünlü fotoğraflarının eklendiği e-mailleri merak edip de açanları hiç de hoş bir durum beklemiyor yani. Örneğin 2001 yılında Anna Kournikova’nın fotoğrafının eklendiği e-maille yayılan bir virüs, Amerika, Avrupa ve Avustralya’da 15 milyondan fazla bilgisayara zarar verdi. Jennifer Lopez fotoğraflarını içeren J-Lo virüsü ise bulaştığı bilgisayarlarda 26 Nisan kâbusu olarak bilinen Çernobil virüsünü aktif hale getiriyordu. Çok can yakan bu virüs adını 1987 yılında Ukrayna’nın Çernobil Nükleer Santralı’nda meydana gelen patlamadan alıyor. Bu yazılımın diğerlerinden farkı şu. Çernobil’e kadar virüsler bilgisayarın programlarına zarar veriyordu. Fakat Çernobil virüsü bilgisayarın donanımını hedef alan zararlı bir yazılımdı. Bu virüsün ilginç yanlarından biri de 26 Nisan’da harekete geçmesi. Bu virüsün etkili olduğu dönemlerde zarardan kurtulmak için kullanılan yöntemlerden biri bilgisayarı 26 Nisan tarihinde hiç açmamaktı. Bir diğeri de 25 Nisan gecesi en geç 23.59’a kadar bilgisayarın tarihini 27 Nisan’a almaktı.
Haftada 150-200 virüsün belirlendiği günümüzde şirketler ve devlet kurumları zararlı yazılımlardan etkilenmemek için büyük bütçeler ayırıyor. Virüslerden nasibini almak istemeyen ev kullanıcılarının yapması gerekenlerin başında ise interneti kullanırken dikkatli olmak, güvenilir sitelerde dolaşmak ve antivirüs programı kullanmak geliyor. Burada dikkat edilmesi gereken nokta ise zararlı yazılımları bulup silme görevi üstlenen antivirüs programlarının güncel olması. Çünkü antivirüs yazılımcıları önlemlerini artırdıkça virüs yazılımcılarının boş durduğunu sanmamak gerek. Onlar da kendilerini yeniliyor. Bilgisayarlara ulaşabilmek için açık kapı arıyorlar sürekli ve çoğunlukla buluyorlar da. Henüz tanımlanmamış bir virüsün güncel olmayan bir program tarafından fark edilmesi mümkün olmayacağından, her geçen gün kendini yenileyen virüslere karşı güncel ve lisanslı bir antivirüs programı kurmak gerekiyor bilgisayara. o.deligoz@zaman.com.tr

BİLGİSAYAR KULLANICILARININ BAŞ BELASI YAZILIMLAR
VİRÜS
Bilgisayarın sorunsuz çalışmasını engelleyen, verileri farklı kaydeden, bozan, silen, internet üzerinden diğer bilgisayarlara yayılan, kişisel bilgileri paylaşıma açan yazılım programlarıdır. Temel virüsler genellikle yeterli bilgiye sahip olmayan bilgisayar kullanıcıları tarafından farkında olmadan paylaşılır ya da gönderilir.
S
PAM
Çok sayıda kopyalanan bir mesajın kullanıcıya izni olmadan gönderilmesidir. Reklam amaçlıdır. Daha çok güvenilmeyen ürünlerin, yasallığı tartışılır kampanyaların tanıtımı yapılır. Bu maillerin içinde bululunan linkler kodlar içerir. Bu kodlar, kullanıcının linke tıklayıp tıklamadığını kontrol eder. Tıklamak daha fazla spam anlamına gelir.
SPYWARE
Tam anlamı ile virüs olarak adlandırılamayan bu yazılımların temel amaçları kuruldukları bilgisayarda bilgi toplamak ve bu bilgileri bu programları oluşturan kişilere göndermektir. Yani kişinin girdiği siteleri, kullandığı programları kısaca kullanıcının internet alışkanlıklarını analiz ederek bunları izinsiz olarak farklı kişilere iletir.
TRUVA ATI (TROJAN)
Trojan, bir oyun ya da yardımcı program izlenimi vererek kendisini zararsız bir yazılımmış gibi gösterir. Çalıştırıldığında verileri silebilir veya bozabilir. Yani yararlı gibi görünen ama zarara sebep olan programlardır. Dikkat edilmesi gereken yanı, kullanıcıların meşru bir kaynaktan geldiği düşünülen bir programı açmaya yöneltilmeleri yoluyla yayılması.

Virüs mü bulaştı?
Sisteme virüs bulaşmış olabileceğine dair bazı belirtiler ise şöyle:
Bilgisayar normalden daha yavaş çalışmaya başlar
Bolca hata iletisi verir
Sık sık kilitlenmeye başlar
Disklere veya disk sürücülerine erişilemez
Kendi kendine yeniden başlar
Uygulamalar düzgün çalışmaz
Yazdırma işlemleri düzgün çalışmaz
Zarar çok büyük
Computer Economic’s’in 2007 Zararlı Yazılım Raporu, (2007 Malware Report) virüslerin bilgisayar kullanıcılarına ne kadar büyük zarar verdiğini ortaya koyuyor.
2006 13,3 milyar dolar
2005 14,2 milyar dolar
2004 17,5 milyar dolar
2003 13,0 milyar dolar
2002 11,1 milyar dolar
2000 17,1 milyar dolar
1999 13,0 milyar dolar
1998 6,1 milyar dolar
1997 3,3 milyar dolar
http://pazar.zaman.com.tr

1 Şubat 2008 Cuma

Küresel İklim Değişiklikliği: Geçmiş ve Gelecek


Küresel İklim Değişiklikliği: Geçmiş ve Gelecek

İklimi, belli bir bölgenin hava durumunun uzun bir süredeki ortalama değeri olarak tarif edebiliriz. Hepimiz bir yerin ortalama havasını, yani iklimini tarif ederken ılık, yağışlı, nemli, sert, vb. ifadeler kullanırız. Yeryüzünde bir kaç kilometrekarelik bir bölgenin ikliminden (mikroiklim) bahsedilebileceği gibi daha büyük bölgelerin, vadilerin, ormanların, sahillerin ve şehirlerin ikliminden de (makroiklim) bahsedilebilir. Iklimi yeryüzünün tamamı için düşündüğümüz zaman buna da küresel iklim adını veriyoruz.
Bilim adamları yerküremizi birçok iklim bölgesine ayırmışlardır. Bölgelerin iklimlerini, iklimi oluşturan faktörlere göre belirlemişlerdir. Güneş ışığının şiddeti ve değişimine, kara ve deniz dağılımına, okyanus akımlarına, rüzgarlara, alçak ve yüksek basınç alanlarının yerlerine, dağlara ve yüksekliğe göre bir bölgenin iklimi, oranın küresel sıcaklık ve yağış davranışları gözlenerek oluşturulmaktadır. Yıllık ve aylık sıcaklık ve yağış ortalamalarına göre geliştirilen bir sisteme göre (Köppen Sınıflandırma Sistemi- Waldimir Köppen,1846-1940) yerküre, tropikal nemli iklimler, kuru iklimler, nemli ve sert kışlı orta enlem iklimleri ve kutup iklimleri gibi bölgelere ayrılmıştır.
Bugün artık yerkürenin ikliminin hissedilir bir şeklide değiştiğini biliyoruz. Araştırmalar iklimin geçmişte sürekli değiştiğini göstermektedir ve gelecekte değişmeyeceğini ise kimse söyleyememektedir. Bu yazıda iklimin geçmişte nasıl değiştiğini inceleyecek ve niçin değiştiğine dair bazı teorilere kısaca göz atacağız. Bu yazının konusu küresel ısınma olmadığı için doğrudan bu konuya değinmeyeceğiz. Fakat küresel iklim değişikliğini küresel ısınmadan ayrı düşünmek de doğru olmaz. Nitekim, iklim değişikliğine neden olan faktörleri incelerken küresel ısınmanın sebeplerinden bazılarıyla da karşılaşacağız.
Yerkürenin Değişen Iklimi
Araştırmalara göre yaklaşık 18.000 yıl önce yerküre bundan daha soğuk bir iklimin etkisindeydi. Kuzey Amerika ve Avrupa’nın büyük bir bölümü buzlarla kaplıydı. Bugün yeryüzündeki buzullar karanın yaklaşık %10’unu kaplamaktadır. Bu buzulların çoğu Grönland ve Antarktika buz katmanlarından oluşmaktadır. Buzulların zamanla katmanlı şekilde birikmesi bilim adamlarının geçmiş iklim değişikliklerini ölçmelerine imkan sağlamıştır. Eğer küresel sıcaklık yeterince artsa ve bu buzun hepsi eriseydi okyanus seviyesi 65 m kadar yükselecekti. New York, Tokyo ve Londra gibi önemli şehirler sular altında kalacaktı. Aslında küresel sıcaklıktaki bir kaç derecelik bir artış bile deniz seviyesini yarım metreden daha fazla yükseltebilir, sahil şehirlerini sular altında bırakabilir.
Bilim adamları geçmişe ait bulabildikleri verileri kullanarak çağlar boyunca iklimin bölgelere göre nasıl değiştiğini tahmin etmeye çalışmışlardır. Okyanus ve göllerin diplerinden çıkarılan tortu, fosil bitkiler, Grönland ve Antarktika’ daki buz katmanlarından elde edilen bilgiler, ağaçların gövdesinde büyüme ile oluşan halkalar ve daha başka bilgiler kullanılarak yerkürenin değişik bölgelerinin geçmişteki ikliminin ve sıcaklığının nasıl değiştiği tahmin edilmektedir.
Çağlar Boyunca Iklim
Yerküre tarihi boyunca küresel iklimin bugünkünden 8 ile 15 derece daha sıcak olduğu düşünülmektedir. Bu sürenin birçok bölümünde kutup bölgelerinde buz yoktu. Bu ılık zamanlarda ara ara bazı buzullaşma periyotları görülmüştür. Jeolojik kanıtlara göre böyle bir buzullaşma cağı yaklaşık 700 milyon yıl önce (m.y.ö.), bir diğeri de 300 m.y.ö. olmuştur. En son buz çağı, 2 m.y.ö. meydana gelmiştir. 18.000 - 22.000 yıl kadar önce kuzey Amerika’da buzullar maksimum kalınlığa ulaştı ve 8000 yıl kadar önce de tamamen ortadan kalktı. 1000 yıl kadar önce kuzey yarımküre daha ılık ve kuruydu.
Bu dönemde birkaç yüzyıl süren bir periyotta Vikingler Izlanda ve Grönland’da kolonileşmişlerdi. Fakat 1300’lerdeki aşırı soğuk kışlar nedeniyle yerleşim yerleri büyük zarar gördü. 1400-1500’lü yıllarda iklim ılımanlaştı. Fakat 1550’lerin ortalarından başlayarak ortalama sıcaklıklar düşmeye başladı. Yaklaşık 300 yıl süren bu dönem Küçük Buz Çağı olarak bilinmektedir. Bu dönemde ortalama küresel sıcaklık yaklaşık 0,5 derece düştü, kışlar uzun ve şiddetli, yazlar kısa ve yağışlı oldu. Viking kolonisi, buz dağlarıyla çevrelenip dünyadan koptuğu için bu dönemde yok oldu.

Bu dönem boyunca, 1816 yılı tarihte yer etmiştir. Bu yılda soğuk hava Avrupa’da kıtlığa sebep olmuş, kuzey Amerika’ya gelen soğuk arktik hava Mayıs - Eylül ayları arasında yazı kışa çevirmiş, bütün ürünleri buz tutturmuştur. Olağanüstü soğuk yazı çok şiddetli bir kış takip etmiştir. Bu nedenle 1816 yılı ‘yazı olmayan yıl’ olarak anılmıştır.

1800’lerin sonlarında ortalama küresel sıcaklık artmaya başladı. 1900’den yaklaşık 1940’a kadar atmosferin alçak kısımlarının ortalama sıcaklığı nerdeyse 0,5 derece arttı. Sonraki 25 yıl boyunca yeryüzü hafıfçe soğumaya başladı. 1960 ve 1970’lerin sonunda kuzey yarımkürenin çoğunda bu soğuma trendi sona erdi. Sonraki 10 yıl boyunca sıcaklık yıldan yıla ve bölgeden bölgeye ciddi şekilde dalgalanma gösterdi; ancak ısınmaya yönelik eğilime doğru girdi. 1990’larda bu ısınma eğilimi devam etti ve son yıllar yirminci yüzyılın en sıcak zamanları oldu.

Araştırmalar son yüz yılda sıcaklığın ortalama 0,3 - 0,6 derece arttığını göstermektedir. Sıcaklıktaki 0,3 ile 0,6 derece arasında bir küresel artış çok küçük gibi görünebilir. Fakat küresel sıcaklığın geçmiş 10.000 yıl boyunca 1,5 dereceden daha fazla değişmediği göz önüne alınırsa, 0,6 derecelik bir artış önemli olmaktadır.

Bir çok iklimbilimci ısınmanın en azından bir kısmının havadaki oranları artan su buharı (H2O), karbondioksit (CO2), metan (CH4), diazotmonoksit (N2O) ve kloroflorocarbonlar (CFC) gibi sera gazlarının sebep olduğu sera etkisinden kaynaklandığını düşünmektedir. Küresel ısınmanın en azından bir kısmına artan karbondioksit oranı sebep olduysa acaba 1940’tan sonra iklim neden soğumaya başlamıştır? Ayrıca 1550’den 1850’lere kadar süren küçük buz çağının sebebi nedir? Bu tür soruların cevaplarını küresel değişimin nedenlerini incelerken bulmaya çalışabiliriz.

Küresel Iklim Değişikliğinin Nedenleri
Yeryüzünün ikliminin tabii olarak neden değiştiği tam olarak bilinmemektedir. Birçok teori değişen iklimi açıklamaya çalışsa da hiçbiri tek başına geçmişte yaşanan birçok dalgalanmayı yeterince açıklayamamaktadır. Bunun en önemli nedeni iklim değişikliğinde etkili olan faktörlerin çok fazla oluşu ve bunların birbiri ile olan karmaşık ilişkileridir. Şimdi iklim değişikliğini açıklamaya çalışan teorilerin ortaya attığı faktörlere göz atalım:

1. Kıta Hareketi ve Dağların Oluşumu
Geçmişte dünyanın yüzeyi (kabuk) büyük değişikliklere uğramıştır. Kıtaların hareketi teorisine göre, şu anki kıtalar eskiden tek bir anakara halinde bitişik idi. Anakaranın parçaları zamanla dünyanın yüzeyinde yavaşça hareket ederek kıtaların ve okyanus sahalarının değişmesine sebep oldu. Bazı bilim adamları karaların yoğun olduğu bölgelerin daha soğuk olacağını ileri sürmektedir. Ayrıca kıtaların hareketi okyanus akımlarının yollarını da etkileyebilir. Bu da değişik bölgeler arasındaki ısı taşınmasını ve küresel rüzgarları etkileyebilir. Bu etkiler bölgesel ve küresel iklim değişikliklerine sebep olabilir.

2. Dünyanın Yörüngesinde Değişiklik
Gökbilimci Milutin Milankovitch’in ortaya attığı Milankovitch teorisine göre dünya uzayda hareket ederken yaptığı üç devirli hareketin bir sonucu olarak yeryüzüne düşen güneş enerjisindeki dalgalanma iklim değişikliğine sebep olabilir. Yani bu teoriye göre iklim değişiklilerinin nedeni yeryüzüne gelen güneş enerjisindeki değişimlerdir. Dünya güneş etrafında dolanırken yörüngesindeki değişiklikler dünyaya gelen enerjide değişime neden olur. Yörünge eliptikten yaklaşık dairesel bir şekle kadar değişebilir. Ikinci değişim dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönme eksenindeki sapmadır. Teoriye göre bu sapma 23.000 yılda bir olmaktadır. Üçüncü değişiklik ise dünyanın güneş etrafındaki dönme ekseninin eğimindeki sapmadır. Şu an yörüngesel eğrilik 23,5 derece iken 41.000 yıllık döngü içerisinde bu eğrilik 22 ile 24,5 derece arasında değişir. Eğrilikteki değişim ne kadar az olursa, yaz ve kış arasındaki mevsimsel değişiklikler de o kadar az olmaktadır. Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarda bu teorinin geçerliliğini kuvvetlendirecek yönde tespitler yapılmıştır.

3. Atmosferik Parçacıkların Etkisi
Tabii kaynaklardan ve insanların neden olduğu mikroskobik katı ve sıvı parçacıklar atmosfere karışıp iklim üzerinde etkili olurlar. Parçacıklar atmosferin aşağı kısımlarına değişik yollarla girebilirler. Fabrikalardan ve araçlardan gazlar, tarımsal yangınlar, orman yangınları ve toz bulutları bunlardan bazılarıdır. Bazı parçacıklar (toz ve sülfat parçacıkları gibi) güneş ışığını dağıtıp yansıtırak havanın soğumasına neden olurken bazıları da (dumandaki kurumlar gibi) güneş ışığını emer ve etrafındaki havayı ısıtır. Sülfat parçacıklarının en önemli kaynağı fosil yakıtlarıdır. Okyanuslarda önemli bir sülfat parçacığı kaynağı ise dimetilsülfat (dms) üreten mikro bitkilerdir (plankton). Dms atmosfere karışıp oksitlenerek sülfür dioksit oluşturur ve bu da sülfat parçacıklarına dönüşür. Volkanik patlamalardan da önemli ölçüde sülfür atmosfere karışmaktadır. Volkanik patlamalarda atmosfere bırakılan CO2 miktarıyla sera etkisi artacağından bu, küresel sıcaklıkta artışa neden olabilir.

4. Güneşten Gelen Enerjide Değişiklik
Geçmişte güneşten gelen enerjinin yıllar boyunca yüzde 0.1’den fazla değişmediği düşünülmekteydi. Fakat, uydulardaki ölçüm aletleriyle yapılan ölçümlerden anlaşıldığına göre güneş enerjisi sanıldığından daha fazla değişim göstermektedir. Ayrıca güneşten gelen enerji, güneş patlamalarıyla biraz daha değişmektedir. Patlamaların en çok olduğu zamanlarda yayılan enerji de daha fazla olmaktadır. Küçük buz çağı zamanında güneş patlamalarının çok az olduğu ve ortalama küresel sıcaklığın 0.5 derece kadar düştüğü gözlenmiştir. Bazı bilim adamları güneşteki parlaklığın azalmasının bu sıcaklık azalmasında kısmen etkili olduğunu düşünmektedir.

Görüldüğü gibi küresel iklim devamlı bir değişim halindedir. Bu değişimin son yüzyılda küresel ısınma eğilimine girme şeklinde gerçekleştiğini biliyoruz. Peki, bu ısınma gerçek mi? Bu yazımızda küresel ısınma konumuz olmamasına rağmen, tabii yollardan ve insan kaynaklı olarak atmosfere salınan sera gazlarının bu ısınmada önemli rol oynadığı kabul edildiğinden, küresel ısınma konusunda, birkaç görüşü buraya alarak değinmek istiyoruz.

CO2 güneş ışığını tutan ve atmosferin alt kısımlarının ısınmasında etkili olan bir sera gazıdır. Ayrıca bu gazın miktarı son yüzyılda devamlı artmaktadır. 1998’de havadaki parçacıklar içinde CO2 gazının yıllık ortalama miktarı milyonda 365 kısım olarak tahmin edilirken, bu oranın 2100 yılına kadar milyonda 500 kısıma kadar artması bekleniyor. Durumun karmaşıklığını göstermek için güneş ışığını tutan metan (CH4), diazot monoksit (N2O) ve kloroflorokarbonların (CFC) atmosferdeki oranının da arttığını söyleyelim. Bu gazların toplamının etkisi, CO2 gazının sera etkisine eşit değerdedir. Birçok matematiksel iklim modeli 2100 yılına kadar artan bu gazların etkisiyle küresel sıcaklığın 1 ile 3,5 derece arasında artacağını tahmin etmektedir. En yeni ve en teknolojik modeller kullanılarak, okyanuslar ve buharlaşma gibi bir çok faktörün birbiriyle olan ilişkilerini de göz önüne alarak yapılan analizler sonucunda ısınmanın 1,2 derece civarında olacağı tahmin edilmektedir.

Yeryüzüne ulaşan ve yeryüzünden yayılan enerjide bir denge söz konusudur. Birçok bilim adamı artan sera gazlarının bu dengeyi değiştirip sıcaklığın artmasına sebep olduğuna inanmaktadır. Ancak bu konunun abartıldığını düşünen bilim adamları da vardır. Bunlar, birçok faktörün karmaşık şekilde birbiriyle ilişkili olduğunu ve kesin bir şey söylemenin zor olduğunu düşünmektedir. Bazıları da, ısınmanın istatiksel olduğunu ve iklim değişikliğinin tabii dalgalanmaları içinde kabul edilebileceğini söylemektedir. Evet, ısınma gerçek mi sorumuza geri dönersek, kesinlikle biliyoruz ki sera etkisi bir gerçek ve son yüzyılda ortalama küresel sıcaklık 0,3 ile 0,6 derece arasında arttı. Tabii kaynaklar hariç insan kaynaklı sera gazları da tabiata ve dolayısıyla yeryüzünün enerji dengesine dışardan bir müdahele sayılabilir ve tabiattaki hassas dengeleri uzun zaman aralıklarında pekala değiştirebilir.

İnsan küresel iklim üzerinde ne kadar etkilidir? Iklim, yavaş yavaş ısınmaya devam mı edecek; yoksa artan sera gazlarının etkisiyle hızla mı ısınacak? Acaba, ilerde sıcaklığın normalleşeceği ve sonra da düşeceği tabii bir döngü içinde miyiz? Gelecek yüzyıllarda Milankovitch teorisinin tahminlerine göre kuzey yarımküre bir soğuma trendine mi girecek? Iklim geçmişte değiştiğine göre, gelecekte ne kadar ve ne hızda değişecek?

Bu sorulara verilebilecek kesin yanıtlar olmadığına ve iklimin gelecekte nasıl olacağını bilemediğimize göre, sera gazlarının ve havayı kirleten maddelerin yayılmasını azaltmanın insanlığa faydalı olacağı şüphesizdir. Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından ortaklaşa yürütülen Hükümetlerarası Iklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) raporunda (IPCC, 1996), iklim araştırmalarının sonucuna göre, "küresel iklim üzerinde belirgin bir insan etkisinin bulunduğu" ve "iklimin geçen yüzyıl boyunca değiştiği" belirtilmiştir. Bu konuda Ekoloji Magazin’in önceki sayısında yayınlanan ‘Kyoto Çözüm Mü?’ başlıklı yazıyı da okumanızı öneririz.

Kaynaklar
1. Ahrens, D. C. (2000). Meteorology Today: An Introduction to Weather, Climate, and the Environment (6th ed.). Brooks/Cole, CA.
2. IPCC. (1996). Climate Change 1995, The Science of Climate Change. Contribution of Working
3. Group I to the Second Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate
4. Change, Houghton J, T., et al., eds., WMO/UNEP. Cambridge University Press, NewYork.
5. http://www.iklim.cevreorman.gov.tr/
6. http://en.wikipedia.org/wiki/Climate_change
7. http://environment.newscientist.com/channel/earth/climate-change/
8.
http://www.epa.gov/climatechange/