31 Aralık 2007 Pazartesi

İNSANLARI NASIL BÜYÜTÜYORLAR


İNSANLARI NASIL BÜYÜTÜYORLAR.........
Bir Öğrencimin Bana Öğrettikleri Yazan: Doğan Cüceloğlu Kaliforniya'da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, 'Armudun iyisini ayılar yer' düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi. Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor. Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti: 'Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum? 'Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdımkendisini 'Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin? Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally'nin mahremiyetine 'burnumu sokuyordum. Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, 'O şahane bir insan; Ben ondan çok şeyler öğrendim' dedi. O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. 'Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor. Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu 'ayı' olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally'nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım. Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, 'Armudun iyisini ayılar yer' diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally'nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı. Birkaç hafta sonra Sally'e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles'in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. 'Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir, dedi ve iki gün sonra, 'Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,' dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco'ya gidecektim, Sally'nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam> edebilirdimBu planımı Sally'e söylediğimde Sally, 'O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz,' dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach'ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally'nin ağabeyi Brian'ın evine vardık. Sally'nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian'ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı. Ziyaret ettiğim bu güleryüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally'nin babası George'un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally'ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. 'Evet' yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. 'Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz', dedi. Tüylerim diken diken oldu. Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George'a 'Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz!' dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, 'Tabii, onlar küçük insanlar!' yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki 'Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?' diyordu. O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu. Bu güleryüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally'nin ağabeyi Brian'ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles'ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14'te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: 'Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat başbaşa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary'le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş. Brian'ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian'ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir 'keşke' olmayacak. Sally'e sordum: 'Baban seninle randevulaşır mıydı?' 'Evet', dedi, 'yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla başbaşa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, 'Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!'. Gülümseyerek, 'Nereden biliyorsun?' diye sordum. 'Biz Frank'le konuştuk' diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu. Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı. Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, 'bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, 'Ne yapabilirim?' sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally'nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde yetiştiği ailede,> varoluşun beş boyutunu da doya doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, 'Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın', mesajı alır ve çocuğun CAN'ı beslenir. Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, 'Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim', mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, 'Ben sevilmeye layık biriyim!' diye yoğrulur. Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, varoluşun beş boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN'dır.

30 Aralık 2007 Pazar

ÖĞRENCİ PROBLEMLERİ


ÖĞRENCİ PROBLEMLERİ
ALİ ÇANKIRILI
Nasıl Yaklaşmalıyız?
Geçenlerde özel bir okulun öğretmenler toplantısına katıldım. Başarının artırılması için neler yapılması gerektiğini tartışıyorlardı. Bazı arkadaşlar disiplinsiz, sorumsuz ve tembel öğrencilerin okulla ilişkilerinin kesilmesi yönünde görüş bildirdiler. Gerekçe olarak bu öğrencilerin devamlı yalan söylediğini, sigara alışkanlıkları olduğunu, ders çalışmadıklarını, söz verdikleri halde bozuk davranışlar sergilemeye devam ettiklerini, diğer öğrencilere kötü örnek olduklarını ifade ettiler. Söz sırası bana geldiğinde dedim ki: “Arkadaşlar, biz eğitimciyiz. Öğrencilerimizin davranış bozukluklarına polis mantığı ile yaklaşmamız doğru değil. Kriminoloji (suç bilimi) açısından ‘Suç işleyen cezasını görmelidir’ mantığı doğru olabilir. Biz eğitimciyiz, öğrenci problemlerini bu yaklaşımla çözemeyiz. Bir öğrencim bana yalan söylediği zaman, onu suçlamam. Kendime, ‘Bu çocuk bana neden yalan söylüyor? Onu doğru söylemekten alıkoyan nedir? Neden bana güvenmiyor?’ sorularını sorarım. Nerede yanlış yaptığımı, neden bu çocukla sağlıklı bir iletişim kuramadığımı araştırırım. Yalan söyleyen öğrenciye ceza vermekle, arkadaşları önünde küçük düşürmekle, disiplin kuruluna vermekle problemi çözmüş olmam.” Okullarda öğrenci problemlerini çözmenin en ideal yolu rehberlik servisini çalıştırmaktır. Çoğu okullarımızda rehberlik ve psikolojik danışmanlık servisi yoktur. Rehberlik hizmetini sınıf öğretmenleri yürütür. Okul yöneticileri rehberlik servisini lüks saydıkları için eğitim fakültelerinin rehberlik bölümünden mezun olan öğretmenler iş bulmakta zorlanıyorlar. Okul yöneticileri rehberlik servisinin gereğine inanmadıkları sürece öğrenci problemlerini çözmek mümkün değildir. Kendileriyle görüştüğümüz rehber öğretmenler, mesleklerine
yeterince değer verilmediğini. psikolojik danışmanlıktan başka her işe baktıklarını, sekreter gibi görev
yaptıklarını söylüyorlar. Onları dinleyince rahmetli Prof. Mümtaz Turhan hocamızın bir tesbiti aklıma geldi. O derdi ki: “Avrupalı gibi giyiniyoruz, Avrupalı gibi eğleniyoruz, Avrupalı gibi tüketiyoruz; ancak Avrupalı gibi düşünemiyoruz. Avrupalı gibi düşünmeyince, Avrupalı gibi üretemiyoruz, Avrupalı gibi buluş yapamıyoruz, taklitçi ve tüketici kalabalıklar olmanın ötesine geçemiyoruz.”
Okuma tembeli bir milletiz. Gazete ve televizyon kültürüyle yetiniyoruz. Öğretmenlerimiz bile kendilerini geliştirecek meslekî yayınları takip etmiyorlar. Yeni öğretim metodlarından haberleri yok. Eski alışkanlıklarını devam ettiriyorlar. Ders kitabının dışına çıkmıyorlar. Ev ödevleriyle çocukları bunaltıyorlar. Anne Babalar Çocuklarını Tanımıyorlar Eğitimcilerimiz okuma tembeli olunca, anne babaların okuma tembeli olması gayet normal. Çocuk psikolojisi bilmeyen anne babalar, çocuklarına nasıl yaklaşacaklarını, nasıl diyalog kuracaklarını bilmiyorlar. Çocuklar aileden çok medyanın, arkadaş grubunun ve eğlence sektörünün tesiri altındadır. Linda ve Richard Eyre’ın
yazdığı bir kitabın kapağında bir düşünüre ait şu sözler yer almaktadır: “Çoğu aileler çocuklarıyla iletişim kuramazlar, onlar sadece monolog yaparak vakit geçirirler.” Nedir monolog? Tek taraflı yaklaşım. Anne baba anlatır, çocuk dinler: “Sen adam olmazsın. Utanmadan bir de yalan söylüyorsun. Ne zaman ders çalışmaya başlayacaksın?” Anne babalar, bu suçlayıcı yaklaşımlarla çocuklarıyla kendi aralarında aşılması zor kalın bir duvar örerler. Çocuklarımıza yeterince zaman ayırmıyoruz. Onları dinlemiyoruz. Endişelerini, korkularını, sevinçlerini paylaşmıyoruz. Gece gündüz koşuşturmaktan, geçim kaygısından onlara ayıracak vakit bulamıyoruz. Neymiş efendim, onlar için çalışıyormuşuz, yemeyip yediriyor, giymeyip giydiriyormuşuz. Hayır, çocuklarımızın bizden istediği bu değil. Onları iyi bir okula göndermek, maddî ihtiyaçlarını karşılamak zaten bizim görevimiz. Çocuklarımız bizden sevgi, anlayış, ilgi bekliyorlar. Herşeye rağmen onlara değer vermemizi, adam yerine koymamızı, duygularını paylaşmamızı istiyorlar. Bunlar çocukların vazgeçemeyeceği ruhsal ihtiyaçlardır.
Ancak ruhsal ihtiyaçları karşılanan çocuklar kendilerini güvende hissederler. Rekabetçi bir dünyada yaşıyoruz. Zayıfa hayat hakkı yok. Yönetim ve ekonomi güçlülerin elinde. Üniversite ve iş imkânlarının kısıtlı olduğu ülkemizde gençler geleceklerinden emin değiller. Önlerine ulaşılması zor
hedefler koyuyoruz. Ellerinden geleni yapıp yapmadıklarına bakmaksızın onlardan en iyisini istiyoruz. Çoğu bu kıyasıya yarıştan yorgun düşüyor, yarıştan çekiliyor, ruhsal bunalımlar geçiriyor. Karne intiharlarını duymayanımız yoktur. Çocuk neden canına kıyar? Çünkü anne ve babasının beklediği böyle bir karne değildir. Bu karne ile eve gittiğinde suçlanacak, aşağılanacak ve ceza görecektir.
Öğrencilerin çoğu, notlarını anne babalarına söylemezler veya gerçekte aldıklarından daha yüksek notlar söylerler. Yalanları ortaya çıkacağı için de veli toplantılarından nefret ederler. Sınavdan korkmayan öğrenci yoktur. Korkunun sebebi zayıf almak değil, anne babanın ve öğretmenin beklentisine cevap verememektir. Danışmanlık yaptığım özel okul, geçen hafta yeni alacağı öğrencilere bir genel sınav uyguladı. Sınavdan geçer not alan öğrenciler okula kayıt yaptırmaya hak kazanacaklar. Bir öğrenci velisi aradı, çocuğunun sınava katılıp katılmadığını sordu. Listeye baktık, çocuk sınava girmemiş. Veli bunu duyunca çok kızdı: “Nasıl olur,” dedi, “ben onu sınava gönderdim?” İşte size tipik bir öğrenci problemi. Sebebi çok basit: Çocuk, geçer not alamayacağı ve anne babasının beklentisine cevap veremeyeceği korkusuyla sınava katılmamış.
Kendileriyle görüştüğümüz çok az anne baba çocuklarından memnun. Daha “Nasılsınız?” demeden başlarlar yakınmaya: “Sorma hocam, notlar iyi değil. Aslında zeki bir çocuk, çalışsa yapar, ama çalışmıyor. Sorumluluk yok. Sıkıştığında yalan söylüyor. İyi arkadaş seçemiyor. Ne söylesek kızıyor. İki dakika oturup konuşamıyoruz. Biz böyle değildik. Nesil gittikçe bozuluyor. Bize bir akıl ver, ne yapmamız gerekiyor?” Neslin bozulduğu tezi doğru değil. Anne baba ile çocuklar arasında iletişim kopukluğu var. Ailede problemli yetişen çocuklar okulda da problem yaşıyorlar. Anne babalar, yaptıkları yanlışların farkında olmadıkları için, problemin okuldan kaynaklandığını zannediyorlar. Çocuğun yaratılıştan zeki olması başarıyı garantilemez. Aile içinde kazanılan duygusal zekâ da en az genetik (yaratılıştan gelen) zekâ kadar önemlidir. Duygusal zekâ, ancak sevilen, değer verilen ve destek gören çocuklarda gelişir. Çocuğun temel eğitim kurumu ailedir. Ailenin veremediklerini ve ihmal ettiklerini okul veremez. Öğrenci problemleri ancak okul ve aile işbirliği ile çözülebilir.
alicankirili@hotmail.com Zafer Dergisi

PATATESİN MACERALARI



Patatesin Maceraları
Mehlika Tekin
1800’LÜ YILLARDI. Üsküdarda bir manav tezgahının önünde, her halinden zamanın bir hastalığı olan frenk mukallitliğine tutulduğu anlaşılan bir bey, manav efendi ile hararetli hararetli konuşuyor ve fakat, anlaşamıyordu.
“Efendiciğim, şöyle yamru yumru bir şey! Kahverengi mi desem, bakır sarısımı bilemiyorum!? Üzerinde incecik bir kabuk var. Toprağın altında çıkarıldığı için genellikle çamurlu olur. Serttir! Pişirmeden yiyemezsiniz. Amma, şöyle közde iyicene börtletilse, vallahi tadına doyulmaz. Ekmek gibi mübarek! Suda haşlayıp yiyenler de vardır. Fakat bendeniz, közlenmişine müptelayımdır. Ah ah! Paris’te olıcaktımki şimdi. Ah Şanzelizeee..”
Manav bu anlatılanlardan kesinlikle hiçbir şey anlamadı:
“Bre ne soylersın! Kabak mı istersın? Patlıcan mı? Ekmek dersin! Fırına git be yav!”
Velhasıl, manav efendi ile frenkmeşrep bey anlaşamadı. Çünkü sizin de anlayacağınız gibi bey, patates istiyordu. Oysa İstanbul’a patates henüz yeni yeni geliyordu. Gelenler de, şehrin en sosyetik semtlerindeki manavlarda egzotik bir yiyecek olarak satılıyor, lüküs restorantlarda isteyenlere servis ediliyordu. İster inanın ister inanmayın o zamanlar, patates pek fiyakalı bir yiyecek idi.
Patatesin İstanbul’a gelişi aşağı yukarı böyle oldu. Avrupadan geldiği için hemen baş göz üstüne edildi elbette. Keşke, Avrupadan gelen ve baş göz üstüne edilen her şey, patates kadar masum ve faydalı bir nimet olsaydı.
Patatesin bizdeki mazisi nereden bakarsanız bakın, en fazla ikiyüz yıl kadardır. Bugün Anadolu topraklarının öz mahsulüymüş gibi duran patates, aslında Avrupalı bile değildir. Onun asıl vatanı Amerika’dır. Ve oradan Adapazarı’nın bereketli ovalarına kadar gelmesi, oldukça ilginç bir hikâyedir. İşte size bir nimetin sergüzeşti, patatesin öyküsü:
‘KUTSAL’ PATATESİN YOLCULUĞU!

PATATES, ilk olarak Amerika kıtası topraklarında yaratıldı. Inkalar ona biraz fazla önem veriyorlardı. Onlara göre lezzetli patates, aynı zamanda kutsal bir şeydi de.
Kaşif adı verilen İspanyol yağmacılar, Güney Amerika’daki bugünkü adı Peru olan ülkeyi işgal ettiklerinde, İnka hazineleriyle, yerli halkın çok sevip saydığı patatesi de keşfediverdiler. İstilacıların başındaki zalim Pizzaro, yanına birkaç çuval patates alarak, ülkesine döndüğünde sene 1535 idi. Pizzarro, beraberinde getirdiği sandıklar dolusu kanlı altınla birlikte patates çuvallarını da İspanyol kralının önüne seriverdi. Ancak, kral hazretleri:
“Bu altınları anladık da Pizzaro! Şu yamru yumru şeyler de ne? Ta Amerikalardan getire getire bunları mı getirdin kralına!” diye Pizzarro’ya çıkıştı. Böylece patates, Avrupaya ilk ayak bastığında pek bed bir muamele görmüş oldu.
Bu tarihten bir elli yıl sonra, bu sefer de Sir Walter adında bir İngiliz istilacısı Amerikadan çuval çuval patetes yüklenip, ülkesine getirdi. İspanyolların ettiği küfran-ı nimeti, İngilizler patatese karşı yapmadılar. Zaten karnını güç bela doyuran halk, bu mübarek patateslere pek ciddi alâka gösterdi ve sevdi.
Bundan sonraki zamanlarda, Almanya, Fransa, Rusya gibi ülkeler patatese ilgi ve alâka gösterip, ekilmesine ön ayak oldular. Fakat, İngilizlerin aksine kendileri için değil de, hayvanlar için. Çünkü patates, bu ülkelerde uzunca bir süre hayvan yemi muamelesi gördü. Sadece fakir köylüler, arada bir elde avuçta pişirecek bir şey kalmayınca, “Bari patates haşlayalım” diyorlardı. Zaman içinde patatese “Fukara ekmeği” adı bile verildi. Ama onun, zengin fakir bütün sofralarda baş tacı edileceği günler çok uzakta değildi.
FRANSA’DA PATATES İHTİLALİ
PATATESİN dünyaca meşhur Fransız mutfağına girmesi oldukça zor bir süreçtir. 1616 yılında zamanın kralının sofrasına konan patates, aslında en fakir köylülerin bile ellerinin altında bulunuyordu.
İlk zamanlar, halk arasında bu gariban nebatın, uğursuz ve zehirli olduğuna dair tuhaf bir söylenti çıkıverdi. Biçare patatese atılan bu haksız iftiranın onun üzerinden temizlenmesi ise, çok zaman aldı. Üstelik, halkın büyük bir çoğunluğu karnını zor doyururken, patatese karşı sürdürülen bu haksız inat, anlaşılır gibi değildi.
Parmentier adındaki hamiyetfuruş bir kimyager, bu işe bir son vermenin vaktinin çoktan geldiğinin farkındaydı. Oturdu ve patates hakkında krala uzun bir mektup yazdı. Mektubunda özetle şunları söylüyordu:
“Patates aslında bir tür ekmektir. Ama ne değirmenciye, ne de fırıncıya ihtiyaç bırakmayan bir ekmektir. Onu alın, suda haşlayın ya da közde pişirin yeter! Memleketimizde patates ekecek arazi çoktur. Şu sıralar halkı kırıp geçiren kıtlıktan kurtulmaklığımızın yegane çaresi bu patates nimetine sahip çıkmaktır!”
Parmentier’in bu fikirleri kralın çok hoşuna gitti. Çünkü halkın karnını ucuz yoldan doyurmanın bir yolunu bulmak en büyük derdi idi. Ekmek yoksa, patates yesinlerdi! Ancak halkın patatesi sevmesi için biraz daha çaba gerekiyordu.
Kral, millî bayramlarda eline patates çiçeklerinden bir buket alıyor ve onu halkın gözüne gözüne sokuyordu. Paris’in yapma çiçekçileri, patates çiçeklerinden süsler hazırlıyordu. Her yerde bir patates çiçeği rüzgârı esmeye başladı. Zenginler, seralarına patates ekerek, kralın gözüne girmeye çalışıyorlardı.
Ancak, üst tabakanın patatese karşı gösterdiği bu ilgi, aşağılara yansımadı. Kral tarafından emir ile ekilen patatesler, halk tarafından hayvanlara yedirildi ve çöplere atıldı. Halk, patatesi ısrarla red ediyordu.
Parmentier, bu işin böyle olmayacağını anlayınca kolları sıvadı. Paris civarında bir tarla satın alarak patates ekti. Ancak ektiği patatesleri kimse satın almadı. Halk, domuzların bile nazlanarak yediği bu patatesi hâlâ istemiyordu.
Ancak Parmentier, kolay vazgeçecek bir adam değildi. Satın aldığı arazisine tekrar patates ekti. Fakat tarlanın etrafını tellerle çevirdi. Bu da yetmezmiş gibi; silahlı külahlı nöbetçiler tuttu ve her tarafa onlardan dikti. Bu adamlar gündüzleri tarlada kuş uçurtmuyorlardı. Kaza ile çitten içeriye girenler cezalandırılıyor, kimse tarlanın civarına yaklaştırılmıyordu. Halk, bu “yasak meyveye” karşı birden bire ilgi duymaya başladı. Geceleri gizlice tarlaya girip, patates çalıyorlardı. Parmentier, nöbetçilere emir vermişti. Gece tarlaya girenlere kimse dokunmadı. Gariban köylüler, yata sürüne tarlaya giriyor, sonra da kucaklarında patateslerle sevine sevine fakirhanelerine koşuyorlardı. Elbette bunca zorlukla elde edilen patatesler, çöpe atılacak yahut ineklere yedirilecek değildi. Pişirildi ve sofranın baş köşesine kondu. Parmentier’in kurnaz plânı bu sefer işe yaradı. Halk patatesi böylece tanıyıp sevmeye başladı.
İşte bundan sonra patates, bütün bir Avrupada yaygınlaşmaya başladı. Ve Avrupalı istilacıların acımasızca soylarını tükettiği Amerikan yerlilerinin ‘kutsal’ patatesi, çok büyük kıtlık zamanlarında Avrupalıların imdadına yetişen aziz bir nimet oldu.
PATATESTE NE VAR, NE YOK?
PATATES mütevazi bir sebzedir. Bir kere toprak altında sessiz sedasız büyümesiyle, mütevaziliği ortadadır. Bütün zamanların en ucuz yiyeceği olması açısında da patates mütevazidir. Sadece görünüşüne bakanları, aldatır patates. Çünkü hiç de alımlı bir hali yoktur. Ne mor patlıcan gibi kendinden emin bir duruşu vardır, ne kabarıp lahanalar gibi şişinir. Kendisi gibi toprağın altında göğeren havuç kadar çarpıcı bir rengi de yoktur biçare patatesin.
Patates mütevazi bir nimettir. Ama bugün dünyada milyarlarca insan karnını patatesle doyurur. Patates, kıtlık ve açlık zamanlarının vazgeçilmez yiyeceğidir.
Bu ucuz, kolay yetişen mütevazi nimetin faydaları da çoktur. Sadece karın doyurmaktan öteye, insan vücuduna hatırı sayılır oranda yararlıdır.
Önemli bir nişasta kaynağı olan patates, aynı zamanda yüksek miktarda protein içerir. Üstelik patatesteki proteinin içerdiği aminoasitler, beslenme açısından son derece önemlidir. Bu aminoasitlerin neredeyse tamamı, bebek mamalarında kullanılır ve ilaç sanayiinin vazgeçilmezlerindendir. Patatasteki proteinin %71’inden faydalanılabilir.
Patates C vitamini açısından da önemli bir kaynaktır. Ayrıca, Karbonhidrat, B vitamini, Kalsiyum, Demir, Potasyum ve Bakır bakımdan da zengindir.
%20’si Karbonhidrat olan patates,—reklamdaki teyze’nin tavsiye ettiği gibi yağda kızartılmış cips olarak yemediğiniz sürece!—kolestrol içermez. Son olarak 100 gr. patates 40 kalori içerir.
GELELİM PATATESİN FAYDALARINA
BÖYLE zengin bir gıda deposu olarak yaratılan patatesin acaba sağlığımıza ne gibi faydaları vardır. Şimdi ona bir bakalım:
Yüksek tansiyonu, kalp krizini, damar tıkanıklığını önleyici etkisi vardır.
Kansere karşı da etkilidir. Böbrek sorunlarında yardımcı olur. Sağlıklı kilo verdirtir. Şeker hastalarında oluşan görme bozukluklarına iyi gelir. Astım, eklem romatizmaları ve alerjide de etkilidir.
Yorgunluğu giderir. Damarlara esneklik verir, dolaşımı rahatlatır. Ağızdaki mikropları öldürür.
Kızartma yerine közde pişirilen, üzerine tuz ekelemek yerine limon sıkılarak yenilen iki patates, sağlıklı bir öğle yemeğidir.
Gördüğünüz gibi patatesin küçümsencek bir yanı yoktur. Onu mütevazi yaratılışına bakıp, hakir görmeyin. Allah’ın bütün nimetleri gibi, patates de, altından daha değerlidir.
Kaynaklar:
1- http://www.tarihteneski. com/patatesin-tarihi

Cildinizi Genç Tutun


Cildinizi Genç Tutun
Bazı besinler cildimizi yaşalanmaya karşı koruyup daha canlı ve gergin olmasını sağlarken bazıları da cildin yaşlanmasına neden oluyor.
Cildinizi genç tutan yiyecekler
Soya filizi: Vücudun kendi hormonları kadar etkili. Cildi dolduruyor ve gerginliğini sağlıyor.
Ispanak, lahana: B vitamini bağ dokusunun sıkılığını destekliyor, selüliti önlüyor.
Yeşil çay: Serbest radikallere karşı önemli hücre koruyucu maddeler içeriyor ve böylelikle yaşlılığın doğrudan hücrelerde durdurulmasını sağlıyor.
Su: Hücrelerin ve bağ dokularının dolgu ve destek gereksinimini karşılıyor. Besinlerin hücrelere taşınmasını, atıkların da hücrelerden çıkışını sağlıyor.
Som ve ringa balığı: Vücudun acil ihtiyaç duyduğu ama kendi başına üretemediği doymamış yağ asitleri içeren bu balıklar, hücrelerdeki yaşlılık sürecini yavaşlatarak Anti-aging’de anahtar görevi görüyor.
Sarmısak: Bileşimindeki allizin maddesi kan dolaşımını harekete geçirerek cildi arındırıyor. Böylelikle cilt sağlıklı bir renge kavuşuyor.
Tavuk: Vücudun güzellik hormonları üretmek için ihtiyaç duyduğu yüksek değerde protein içeriyor. Ayrıca kolajen üretimini ve bağ dokusundaki liflerin yenilenmesini destekliyor.
Zeytinyağı: Soğuk preslenmiş hali sağlıklı yaşam için bire bir olan bu yağ, erken yaşlanma ve kırışıklıklar için mükemmel bir silah. Doymamış yağ asitleri hücreleri tehlikelerden koruyor.
Yumurta, süt: Dikkat çekici şekilde "niacin" maddesi içeriyorlar. Bu B vitamini depoları hücre yenilenmesi için vazgeçilmez olarak tanımlanıyor.
Rezene: Haftada birkaç kez sofrada olmalı. Kalsiyum zengini bu ot, ciltte su depolanmasını sağlıyor ve hücre yenilenmesinde görev alıyor.
Avokado: E vitamini açısından oldukça zengin. Böylece serbest radikallere karşı içeriden de etki ediyor.
Elma: Şeker ve ensülin cildi yaşlandırıyor. Buna karşın elma kan şekerini sabitliyor ve ensülin iniş çıkışını engelliyor.
Cidinizi yaşlandıran yiyecekler
Margarin: Kahvaltı ve kızartma yağı olarak sofralarda yer verdiğimiz margarindeki doymuş yağ asitleri cilt hücrelerine zarar veriyor ve vücutta yağ olarak depolanıyor, kısacası şişmanlatıyor.
Kahve: Ensülin oranını artırdığı için cilde zarar veriyor. Ayrıca stres hormonu kortizolü harekete geçiriyor.
Yaşlandıran yiyecekler
Havuç: Havuç, muz, üzüm ve mango gibi meyve ve sebze türleri, yüksek glisemik indeksleri dolayısıyla Perricone’nin yasaklı listesinde yer alıyor. Glisemik indeks, kan şekerinin bir öğünde ne kadar arttığını gösteriyor.
Portakal: Her ne kadar vitamin açısından yüksek bir meyve olsa da şekeri yükseltmesiyle de biliniyor. Bu yüzden sağlıklı C vitamini alabileceğimiz meyveler elma ve limon.
Pizza: Pizzadaki karbonhidrat yağ yakımını engelliyor. Ama haftada bir kez yemek zarar vermiyor.
Alkol alımı cildi yaşlandırıyor
Şekerli besinler kana hızla karışır, ve sizi çabuk yaşlandırır.
Kırmızı et de cildinize zarar verir.
Kızartmalardan uzak durun.
Tuzdan olabildiğince uzak durun
www.internethaber.com

29 Aralık 2007 Cumartesi

Meyveler ve Faydaları


PORTAKAL
Kanseri önleyici olarak bilinen bütün maddeleri içeren portakal elmadan sonra Dünya'nın en çok tüketilen meyvesidir. İlk çağların "altın elma"sı portakal, içi ince zarlarla kaplanmış keseciklerle dolu sulu bir meyvedir. Navel portakal, çekirdekli veya hemen hemen çekirdeksiz sarı portakal, kan portakalı, ekşi olmayan portakal olmak üzere başlıca dört gruba ayrılır. Özel kokulu bir yağ içeren ve turunçgiller ailesinden kabul edilen bu meyvenin anavatanı Çin'dir. Daha sonra başta İspanya olmak üzere tüm Akdeniz ülkelerinde, Güney Afrika ve Amerika gibi sıcak bölgelerde üretilmeye başlanmıştır. Portakalın birçok türü ülkemizde de yetiştirilmektedir.
Portakal, önemli bir askorbit asit kaynağıdır. Özellikle C vitamini yönünden oldukça zengin olan portakal, soğuk algınlıklarında, nezle ve gribal enfeksiyonlarda çok faydalıdır. Portakal aynı zamanda içinde çok sayıda antioksidant da bulundurmaktadır.
Bu meyvenin kış aylarında insanların hizmetine sunulması ise yine Yüce Allah'ın insanlara olan fazlındandır. Çünkü insanların bağışıklık sistemini güçlendirmelerine yardımcı olacak vitaminlerce zengin olan portakal, sulu bir meyve olmasıyla da bu tip rahatsızlıklarda karşılaşılan su kaybını telafi etmek için kullanılır.
ELMA
Gülgiller ailesinden olan elma ağacı verimli ve dayanıklı bir ağaçtır. Ilıman iklimlerde yetişen elmanın yaklaşık 25 türü bulunmaktadır. Günde bir-iki elma yiyerek, kalp ve dolaşım sorunlarına karşı korunmuş olursunuz. Elma kolesterolü yok eder ve kabızlığı önler. Protein, vitamin ve doğal kimyasallar sayesinde sindirimi kolaylaştırır ve kan basıncını düşürür. Ayrıca kokusunun rahatlatıcı özelliği vardır. Artrit, romatizma ve gut hastalıklarına karşı faydalı olduğu belirtilen elma, meyvelerin aspirini olarak değerlendirilmektedir. Hoş kokulu, ferahlık verici olmasının yanında besin değeri de son derece yüksektir.
KARPUZ
Karpuz yaz aylarında artan hava sıcaklıklarıyla birlikte vücudun ihtiyaç duyduğu suyu ve glikozu takviye eden bir meyve çeşididir. Anayurdu Afrika'nın tropikal bölgeleridir. Daha sonra ticari gemilerle Akdeniz ülkelerine yayılmıştır.
Bugün dünyada yaklaşık 500 çeşit karpuz yetişmektedir. Bunlar kabuğunun, çekirdeklerinin biçimine, rengine ve ağırlığına göre farklılık gösterir.
Karpuz bol miktarda C vitamini ve antioksidan özelliği ile çeşitli kanser türlerine karşı etkili olan Beta karoten içerir.
İçerdiği yüksek potasyum kalp fonksiyonlarının ve kan basıncının düzenlenmesine yardımcı olur.
Aynı zamanda iyi bir lif kaynağı olduğundan bağırsak hareketlerini düzenler ve bağırsak kanserini önlemede de rol oynar.
Karpuz çekirdekleri de içinde bulunan Cucurbocitrin adlı madde ile kan basıncını düşürmeye ve böbrek fonksiyonlarının düzenlenmesine yardımcı olur.
Yağ ve kolesterol içermediğinden ve kalorisi de düşük olduğundan yaz aylarında yapılan diyetlerde özel bir yeri vardır
ÇİLEK
Çileğin yaklaşık 600 çeşidi bilinmekte ve ülkemizde belli başlı 6 çeşidi yetiştirilmektedir.
Bol sulu olduğunda kanı temizleme özelliği olan çileklerin iştah açıcı, ve cilt hastalıklarında da etkili olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda yaprakları ve kökleri de gut hastalığında tonik olarak kullanılmaktadır.
Diğer özellikleri şunlardır:
Böbrek ve sindirim hastalıklarında, yüksek tansiyon ve kolesterolü düşürmede, boğaz ağrıları ve diş etlerinin güçlendirilmesinde faydalıdır. A, B, C vitaminleriyle potasyum, demir gibi mineralleri içermesi açısından besin değeri de oldukça yüksektir. İçerdiği bol su ve vitaminlerle sağlıklı beslenmemizde önemli bir rol oynar.

28 Aralık 2007 Cuma

Kış Aylarında Beslenmeye Dikkat!


Kış Aylarında Beslenmeye Dikkat!
KONYA (İHA) - Kış aylarında gerek yiyeceklerin çeşitliliğinin azalması, gerekse enfeksiyonel hastalıkların artmasıyla insan metabolizmasının direnci azalırken, çevresel etmenlerin katkısıyla hastalıklar ve çeşitli sağlık problemleri insanı kolayca yakalayabiliyor.

Türkiye Hastanesi Diyet Uzmanı Bahattin Arslan, sağlıklı bir bağışıklık sisteminin kendimizi iyi hissetmemizi, iyi görünmemizi ve enerjimizi daha iyi kullanmamızı sağladığını belirterek, direncimizi düşüren etmenleri şu şekilde sıraladı:

"- Yetersiz ve dengesiz beslenme.

- Turfanda ve katkı maddeleri içeren ve doğal olmayan sebze ve besinlerin kışın çok tüketilmesi.

- Vitamin ve mineral içeriği düşük fastfood gıdaların tüketiminin artması

.- Hareketsizlik ve buna bağlı olarak şişmanlığın artışı.

- Doktor tavsiyesi olmadan kullanılan antibiyotik içerikli ilaçların, bakteri ve virüslerin dirençlerini ve güçlerini arttırması.

- Kışın kapalı ortamlarda uzunca süreler kalınması.

- Çevre kirliliği ve elektromanyetik ışımalara maruz kalma.

- Sebze ve meyvelerin az tüketilmesi.

- Alkol ve sigara tüketimi."Kış aylarında vücut sıcaklığını korumak ve artan enerji ihtiyacını karşılamak için sıcak, yağlı ve kalorili yiyecek ve içeceklerin tüketiminin arttığını, bu yüzden de daha kolay kilo alındığını ifade eden Arslan, bunun da bağışıklık sistemini zayıflattığını ifade etti. Yine çocukların özellikle bu dönemde açıkta satılan simit, börek, döner ve bazı fast food tarzı yiyeceklerden de kolayca enfeksiyon kapabileceğini hatırlatan Diyet Uzmanı Bahattin Arslan, bu yüzden bağışıklık sistemimizi güçlü tutacak veçeşitli enfeksiyonlara karşı direncimizi arttıracak beslenme öğütlerine uymamız gerekeceğini kaydederek şu bilgileri verdi:

"- Antioksidant özelliği olan C vitamini içeren gıdaların bolca tüketilmesi enfeksiyonlardan korunmak ve direnci arttırmak için gereklidir. (Turunçgiller, koyu yeşil yapraklı gıdalar)

- Omage-3 yağ asidinden zengin balığın haftada en az 2 kez tüketilmesi gerekmektedir.

- Yine bağışıklık sistemini güçlendiren ekinezya, mantar, yeşil çayın düzenli tüketilmesinde fayda vardır.

- Antioksidant etkisi olan A vitamini (Balık yağı, süt, yumurta, havuç, kayısı) ve E vitamini (Fındık, ceviz, kuru baklagiller, tahıllar) tüketiminin artırılması gerekmektedir.

- Kereviz, enginar, ıspanak, pırasa gibi kışın doğal ortamlarında yetişen sebzelerin kışın bolca tüketilmesi gerekmektedir.

- Dünya Sağlık Örgütü'nün, günde en az 5 porsiyon sebze ve meyve tüketilmesi önerisi doğrultusunda marul, havuç ve kırmızı lahana gibi kış sebzeleri ile hazırlanan salataların öğünlerde mutlaka yer alması gerekmektedir.

- Kış mevsiminde tüketimi artan yağlı ve şekerli besinlerin tüketimini azaltmak gerekmektedir.

- Domates, salatalık, sivri biber gibi kışa özgü olmayan turfanda yetişen sebzelerin tüketimi sınırlanmalıdır.

- Kış mevsiminde kemik ve diş sağlığı için gerekli olan D vitamini ihtiyacının karşılanması için güneşli günlerde yürüyüşlere çıkmalı ve bol bol balık tüketilmelidir.

- Probiyotik etkili süt ürünlerinin tüketilmesi gerekmektedir.

- Kahvaltı yapılmalı ve kahvaltıda şu 3 besin (Pekmez, yeşillik, peynir) mutlaka bulunmalıdır.Haftalık besin programı yapılırken:

- Haftada 2 kez balık,

- Haftada 4 kez kuru bakliyat,

- Haftada 1 kez kırmızı et,- Haftada 1 kez beyaz et

,- Haftada 6 kez sebze tüketilmeli, buna hergün yoğurt, meyve, peynir, süt ve salatalar eklenme lidir
www.gencbilim.com

Nar Tanesi Mücize


Nar Tanesi MUCİZE
Şimdi tam zamanı. Şeker hastaları için birebir. Sadece bu da değil, bakın nelere çare oluyor.
Nar şifa kaynağı. Narın şifalı özelliklerinden en iyi şekilde faydalanabilmek içinse ya meyveyi tazeyken yemeli ya da taze sıkılmış suyunu içmeli. İşte nar mucizesi...

Ordu Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Turan Karadeniz, kalbi kuvvetlendiren nar suyunun, karaciğer zafiyetini giderdiğini, mide iltihabını ve ağrısını geçirdiğini söyledi.

Nar meyvesinin yüzde 15'inin karbonhidrat, yüzde 0,8'inin protein olduğunu, ayrıca B1 ve B2 vitaminleri ile kalsiyum, fosfor ve demir bakımından zengin olduğunu ifade eden Karadeniz,

"Nar mideyi temizlemekte, deniz tutmasına karşı iyi gelmektedir. Ayrıca nar içindeki zarları ile yendiğinde mide ülserini iyileştirmektedir." dedi.

Nar suyunun böbrek ve karaciğer hastalıklarına karşı çok faydalı olduğuna dikkati çeken Turan Karadeniz, şu bilgileri veriyor:

• Nar suyu yüksek tansiyon hastalığının tedavisinde, kalp ağrılarında, basur hastalığının tedavisinde faydalı olmaktadır.

• Böbrek zafiyetine karşı nar suyu içilmesi yararlıdır.

• Nar suyunun harareti giderici özelliği bulunmakta, şeker ve kurdeşen hastalığına iyi gelmektedir.

• Kalbi kuvvetlendiren nar suyu, karaciğer zafiyetini gidermekte, mide iltihabını ve ağrısını geçirmektedir.

• Nar ekşisi şeker hastalarına tavsiye edilmektedir.

• Nar şırasının şekerle hazırlanan şerbetinin idrar söktürücü özelliği vardır.

• Romatizma ağrılarının hissedildiği eklem ve uzuvlara nar şırası sürüldüğünde, ağrı kesici özelliği bulunmaktadır.

• Bayılmalara karşı nar şerbeti içilmelidir. Tatlı nar suyu, ses kısıklığı ve zatürreye karşı şifalıdır.
• Narın meyvesi ve suyunun yanı sıra çiçekleri ve kabuğu da yararlarıdır. Nar çiçeği bağırsak yara ve iltihaplarını iyileştirir. Boyun tutulmasında nar çiçeği lapası boyna konursa şifalı gelir.

• Narın kabuğu çay gibi demlenerek içildiğinde, mide ve bağırsak hastalıkları ile ishal ve dizanteriye karşı oldukça faydalı olmaktadır. Mucizevi meyvenin market raflarında satılan suları ise bu faydaları sağlamaktan uzak. Pastörizasyon işlemi ve kutuda bekleme sonucunda meyvenin besin değerinde kayıplar oluşabiliyor. Meyveyi taze olarak yemeli veya taze sıkılmış suyunu içmeli.
www.internethaber.com

Neden Yoruluruz?


Neden Yoruluruz?
Öyle zamanlar olur ki kılımız kıpırdatmaya halimiz olmaz. Peki neden? İşte nedenleri..
Vücudumuzun artık bitkin olduğu hissine kapılırız ve tüm bunlar ile beraber nedenini anlamakta güçlük çekeriz...Bazı dönemler vardır ki, sabah uyandığımızda bile yorgunluk hissederiz. Vücudumuzun artık bitkin olduğu hissine kapılırız ve tüm bunlar ile beraber nedenini anlamakta güçlük çekeriz. Peki bu yorgunluğun nedeni ne? İşte uzmanlar tarafından yapılan bir araştırma sonucu belirlenen 7 neden...

KANSIZLIK

Adet dönemleriniz uzun sürüyorsa, miyomlarınız varsa ya da yakın zaman önce doğum yaptıysanız, bunlara bağlı kan kaybı nedeniyle kadınlarda yorgunluğun birinci nedeni olan anemi gelişmiş olabilir. Kanamalar sonucunda kanda oksijeni taşıyan alyuvarlardaki demirden zengin bir protein olan hemoglobin miktarı azalır. Dokular ve organlar yeterince oksijen almayınca bunun sonucu yorgunluktur. Kansızlığın diğer nedenleri iç kanama veya demir, folik asit ya da vitamin B12 eksikliği olabilir. Böbrek hastalığı gibi kronik hastalıklar da kansızlığa neden olabilir.

HİPOTİROİD

Genel olarak enerji düzeyiniz hep düşükse, kendinizi tükenmiş ve hattâ biraz depresyonda gibi hissediyorsanız bunların sebebi yavaş çalışan tiroid bezi olabilir. Tiroid bezi vücudun enerji metabolizmasını kontrol eder…

İDRAR YOLU ENFEKSİYONU

Kadınların çoğunda idrar yolu enfeksiyonu yanma veya sık idrara gitme ihtiyacı gibi belirtilerle birlikte ise de bazı hastalarda hiçbir belirti olmayabilir ya da belirtiler hafif olduğundan fark edilmeyebilir. Sürekli yorgunluk da bu gibi idrar yolu enfeksiyonlarının tek belirtisi olabilir

FAZLA KAFEİN ALIMI

Bir uyarıcı olan kafein, fazla miktarda alındığında yorgunluğa neden oluyor. Bu nedenle kafein alımının daha da artırılması sorunun kötüleşmesine sebep oluyor…

BESİN İNTOLERANSI

Hafif bir besin intoleransı bile uykunuzun gelmesine yol açabilir. Tolere edemediğiniz yani yendiğinde size, sizin bu besine bağlamadığınız ve ondan olduğunu düşünmediğiniz rahatsızlıklar verebilen bazı besinler olabilir. Bu besinlerin farkında olmadan sürekli yenilmesi kendinizi, sürekli yorgun ve tükenmiş hissetmenize neden olabilir.

UYKU APNESİ

Uyku apnesi, hastalığına yakalanmışsanız yani her gece birçok kez nefes almanız durmuşsa, gece kaç saat uyursanız uyuyun bütün gün yorgun olursunuz. Uyku apnesi konusunda uzmanlaşmış bir doktordan yardım almalısınız.

KALP HASTALIĞI

Evi temizlemek gibi sıradan işler sizi yoruyorsa, kalp hastalığına yakalanma ihtimaliniz olabilir. Basit hareketlerle gelen yorgunluk hissi sebepsiz yere ortaya çıktıysa, vakit geçirmeden bir kardiyoloji uzmanına başvurmalısınız. Ancak, yorgunluğun hangi nedenden olduğunun ortaya konulması için bir hekime başvurulması gerekiyor.
www.internethaber.com