30 Mart 2008 Pazar

18 Mart 1915 Deniz Zaferi


Çanakkale Deniz Savaşları'nın Nedenleri

Birinci Dünya Savaşı başladığında Almanya, Orta Avrupa’daki pozisyonuyla, İtilaf devletlerine dahil olan Rusya ile İngiltere ve Fransa’nın direkt irtibatını kesmiş bulunuyordu. Savaşın başarısı, İtilaf cephelerinde birbiriyle etkin bir şekilde yardımlaşmaya bağlıydı.Düşmana karşı üstünlüğü ele geçirmek için Rusya’nın sonsuz insan gücünden yararlanmak gerekiyordu. Bunun için donatım, silah, cephane ve mali yardıma ihtiyaç vardı. Boğazlar açılmadıkça Rusya’ya gerekli yardım sağlanamayacak ve büyük askeri gücü olan Almanya’yı yıkabilecek gerçek biçimde işbirliği yapma olanağı bulunamayacaktı.
İtilaf devletlerinin savaşı kısa sürede bitirebilmesi, Rusya’nın yanında güçlü bir şekilde Asya ve Avrupa cephesinde Almanlara karşı savaşmasıyla mümkündür.ancak batının yardımı olmaksızın Rusya bu gücü gösterememekteydi. Bu durumda Rusya’daki hammaddelerin batıya ve batının mamul maddelerinin Rusya’ya ulaştırılması için çareler aranmalıydı. Bunu için dört yol vardı;
􀂾 Baltık denizi yolu, Almanların kontrolü altındadır.

􀂾 Avrupa üzerinden Rusya’ya ulaşmak , Almanlar bu cepheyi tamamen kapatmaktaydı.

􀂾 Kuzey kutup deniz yolu, Kuzey Denizi yılın 9-10 ayında buzlarla kaplıdır, geçit vermez.

􀂾 Londra’yı Odessa’ ya bağlayan en yumuşak yol, Çanakkale ve İstanbul boğazları yolu görünmekteydi. O halde boğazları zorlayarak açmak, Rusya’ya yardımlarını ulaştırmak için tercih edilmekteydi.
Çanakkale Cephesinin açılmasına sebep olan diğer hususları şöyle sıralamak mümkündür.
􀂾 Türkiye’nin Süveyş kanalı ve dolayısıyla Hind Denizi yolu üzerindeki baskılarına son vermek.

􀂾 Savaşa katılmakta tereddüt eden Bulgaristan’ı Almanya’ya kaptırmadan İtilaf devletlerinin yanında savaşa sokmak.

􀂾 İstanbul’u zaptederek, müslüman dünyasını etki altına almak ve Halife’nin ilan ettiği Cihad-ı Mukaddesi tesirsiz kılarak, İslam dayanışmasını çökertmek.

􀂾 Almanların 1915 baharında yapacağını hesapladıkları Büyük taarruz için bu devletin dikkatini Çanakkale’ye çekerek, Avrupa cephesinden buraya kuvvet kaydırmalarını sağlamak.3
Diğer bir neden de Kafkaslardaki Türk tazyikini bertaraf etmek düşüncesiyle Çanakkale boğazına denizden bir saldırı yapılması fikriydi.
Bu düşüncenin de ana fikri; Osmanlı devletini meşgul ederek Rusya’nın Kafkas cephesinde başarılı olmasını temin etmekti.
Bu harekatın başarıyla sonuçlanması durumunda elde edilecek siyasi sonuçlar çok değerliydi. Türklerin Mısır’a karşı beliren, taarruz tehlikesi ortadan kalkacak, Balkanların İtilaf devletlerine katılması sağlanacak, Arapların çekingen durumlarına ve İtalyanların kuşkusuna son verilecekti. Boğazın açılması ayrıca ekonomik yararlar sağlanacaktı. Rusya’nın yiyecek ve yem depoları Akdeniz’e akacak, Batı devletlerini korkutan yiyecek sorunu çözülecekti. Rusya’nın mali durumu düzelecek; ayrıca Karadeniz limanlarında hapsolan 120 parça ticaret gemisi kurtarılarak bağlaşık devletler bunlardan yararlanma olanağı bulacaktı.
25 Kasım 1914’te Bahriye Nazırı Churchill savaş kabinesine Çanakkale Boğazına taarruz edilmesini önerir.
Boğazın Donanmayla Geçilmesinin Kabul Edilmesi
25 Kasımdaki konsey toplantıları Churchill’in umduğu gibi geçmedi. İngiliz Harbiye Nazırı Lord Kitchener, Fransa cephesinde bu kadar sıkışık bulunduğu şu sıralarda, Çanakkale seferi için burada kara birlikleri veremeyeceğini kesinlikle bildirmişti. Fransa ordularıbaşkomutanlığı da aynı düşüncedeydi, Churchill’in önerisine şiddetle karşı çıkıyordu.
Churchill’in çok beklemesine gerek kalmadan müthiş bir fırsat doğuverdi. 2 Ocak 1915’de Rus başkenti Petrograd’ daki İngiliz büyükelçisinden bir telgraf geldi. Rus Çarı Lord Kitchener’ den Türklere karşı deniz yada karada askeri bir gösteride bulunmasının mümkün olup olmayacağını sormakta; ve böyle bir harekatla Türklerin Kafkasya’dan bir kısım kuvvetlerini çekmek zorunda kalacaklarını ve bunun da Ruslar’ın yükünü hafifleteceğini bildirmektedir.
Churchill 3 Ocak 1915’te Çanakkale açıklarındaki, Müttefik Donanma Komutanı Amiral Carden’e şu mesajı gönderdi:
“Boğazları yalnız deniz kuvvetleriyle zorlamak sizce mümkün müdür? Mayınlara karşı kömür gemilerini sürerek, eski gemilerin kaybınıgöze alabilirsiniz. Fikrinizi bana bildiriniz.”
Amiral Carden’in yanıtı 5 Ocak’ta geldi:“Boğazların bir zorlama ile geçemenin mümkün olabileceğini sanmıyorum. Zorlama geniş ölçüde bir harekata bağlıdır ve çok sayıdagemiye ihtiyaç gösterir.”25 Kasım 1914’ten beri Bahriye Churchill’in bitmeyen gayretleri, bir buçuk ay sonra nihayet semeresini verdi. 28 Ocak 1915’te Savaş Komitesi Çanakkale Boğazı’nın yalnız donanmayla geçilmesine karar verdi.

18 Mart 1915 Deniz Zaferi

Sıra artık Amiral Carden’in planının üçüncü ve dördüncü devrelerini uygulamaya gelmişti. Bu plan başarıyla uygulanırsa boğazdaki mayınlar temizlenecek, en dar yerdeki (Kilitbahir-Çanakkale) kara tahkimatı (iç savunma bölgesindeki tabyalar) tahrip edilecek ve Marmara’ya çıkılacaktı. Lakin Goeben ve Breslau’nun peşinden Çanakkale ağzına geldiği 10 Ağustos 1914’ten beri yedi aydır üstlendiği görevler ve Ege’nin tuzlu sularında geçirilen zor kış ayları, Carden’i sağlık yönünden çok yıpratmıştı , hastaydı ve son harekatı yürütecek gücü kalmamıştı. Doktorların kesin raporu üzerine, görevi Amiral De Robeck’e devrederek 16 Mart’ta Londra’ya hareket etti.
26 Şubat, 17 Mart arasındaki günleri İtilaf devletleri donanması mayın arama tarama faaliyetleriyle geçirdi. Bu arada bazı bölgelere tahrip müfrezeleri çıkarılarak, susturulmuş topların tahribine çalışıldığı gibi; methalle merkez arasında ve merkezde bulunan bazı bataryalarda bombardıman edildi. 17-18 art gecesi üç muhriple yedi mayın arama tarama gemisi saat 22:00’den 02:00’a kadar süren son aramalarını yaparak, methalden Kepez Burnu’na kadar olan bölgenin temiz olduğunu rapor ettiler. Halbuki 8 Mart 1915 günü Nusrat mayın gemisi Erenköy koyuna 26 mayın dökmüştü. Bu mayınları düşmanın fark edememiş olduğu 18 Mart günü cereyan edecek muharebede anlaşılacak vedüşman keşfedemediği, temizleyemediği bu mayınları serseri mayın olarak niteleyecektir.
Türk tarafında ise tabyalarımız olası bir saldırı için hazırlıklarını tamamlamışlardı. 8 Mart’ ta müttefikler tarafından temizlenen Karanlık Liman yeniden mayınlanmıştı.
18 Mart 1915 Perşembe günü erken saatte Alma pilot Yüzbaşı Serno ve gözetleme subayı Yüzbaşı Schneider keşif için uçakla Çanakkale havaalanından havalanmışlardı ve Bozcaada önlerinde hareketlenmekte olduğunu bildirmişlerdi. Az sonra pilot Cemal’de Ertuğrul adlı uçağı ile havalanarak aynı bilgileri doğrulayacaktı. İlk haberle birlikte Çanakkale Türk Cephesi hareketlenmişti. Her tarafa alarm verilmiş, denizi ile Mehmetçikler savaş yerine koşmuş , komuta yerlerinde dürbünler Boğaz açıklarına, deniz ufkuna çevrilmişti.
Amiral De Robeck, bir gün önceki komutanı Amiral Carder’in planını aynen uyguluyordu. Buna göre donanma savaşa birbiri ardına üç grup halinde girecekti.
Birinci Grup: Bizzat Amiral De Robeck komutasında, Queen Elizabeth, Agamemnon, Lord Nelson, İnflexible adlı dört güçlü İngiliz zırhlısından oluşuyordu.
Bu grubun görevi, en önde boğaza girerek , uzak mesafede, 13 kilometreden merkez tahkimatını ateş altına almak ve arkadan gelip ileriye geçecek diğer gruplara destek sağlamaktı.
İkinci Grup: Fransız Amiral Quepratte komutasında, Gaulois,Charlemagne, Bouvet, Suffren adlı dört Fransız zırhlısından oluşuyordu. Bu grup, ikinci sırada bulunacak, 1,5-2 saat sonra emirle birinci grubun önüne geçecek ve 5-6 kilometreye kadar sokularak merkez tahkimatının imha işine katılacaktı.
Üçüncü Grup: On eski İngiliz zırhlısından kuruluydu. Prince George, Majestic, Vengeance, İrresistible, Albion, Ocean, Triumph, Swiftsure, Corn Wallis, Canapos.
İkinci gruptan iki saat kadar sonra ileriye çıkarak onun yerini alıp savaşmaya hazır olacaktı.
Bunlardan başka her grubun yanında mayın koruması için mayın tarama gemileri, orta bölgedeki küçük Türk topçusu sindirilecek kruvazörler, muhripler bulunuyordu.41 Böylece o tarihte Amiral De Robeck emrinde 12’si İngiliz, +’ü Fransız olmak üzere 16 zırhlı, 4 Kruvazör, 14 muhrip, 6 uçak, 1 uçak gemisi, 5’i İngiliz 2’si Fransız 7 Denizaltı, 21 Mayın tarama gemisi, 30’dan fazla bot, 1 muhrip ana gemisi, 1 gambot ve çeşitli yardımcı gemilerden oluşan toplam 100 parçalık büyük bir donanma vardı.
Plana göre kalan mayınların temizlenmesine bombardımanın ikinci saatinde mayın tarama gemileriyle başlanacak ve Çanakkale’ye kadar 800 metre genişlikte bir koridor açılacaktı. Aynı saatlerde bazı gemiler boğazın dışında, Gelibolu yarımadasının batısında çıkarma yapılıyormuşçasına gösteride bulunacak, bir kruvazör bu sahilde aşırma ateşleriyle merkez tahkimatını ateş altına alacak, diğer bir ağır kruvazör güneyde Kumkale açıklarında Anadolu yakasındaki hedefleri bombardıman edecekti.
Limni, Gökçeada ve Bozcaada’dan hareket eden gemilerin, Boğaz ağzında üç grup halinde savaş düzenini almaları bir saatten fazla sürmüş, sonra saat:10:05 ’te mayın tarama gemilerini koruyan iki kruvazör eşliğinde donanma öncüleri Boğazdan içeriye girmeye başlamışlardı.
Kruvazörlerin hemen arkasından saat 10:30’da Agamemnon’un kılavuzluğunda Amiral De Robeck’in bulunduğu en güçlü gemi, Qeen Elizabeth ve diğer üç zırhlıdan oluşan birinci grup Boğaz!a girerek yerlerini aldılar. Üçüncü gruptan Triumph ve Prince George’da, büyük zırhlıların iki kanadında ilerlemekteydi.
Triumph savaş gemisi saat 11:15’te ilk atışı ile savaşı başlattı. Düşmana karşılık Mesudiye ve Dardanos tabyalarından verildi. Türk savunma planına göre gemiler topçuların menziline girinceye kadar pusuda beklenecek ve menzil içine girer girmez baskın tarzında ateş açılacaktı.
Birinci grubun dört büyük zırhlısı ateşe az sonra, saat 11:30’da başladı. Bunlar merkez tahkimatını hedef seçmişlerdi. Qeen Elizabeth, Anadolu Hamidiyesi, Agamemnon Rumeli Mecidiyesi, Lord Nelson Namazgah ve İnflexible de Rumeli Hamidiyesi’ni hedef almışlardı. Bu sırada düşmana ateş eden sadece ortadaki küçük topçulardı. Bunlar yer değiştirerek görevlerini yerine getiriyorlar, düşmanın derinlikteki merkez tahkimat topçusunu rahatça dövmesini engelliyorlar ve ateşleriyle düşman mayın tarama gemilerinin ileri sokulmasınıönlüyorlardı.
35 dakika kadar süren bu tek taraflı bombardımandan sonra Amiral De Robeck, geride sessizce bekleyen ikinci grubun ileriye geçmesi için emir verdi. Fransız Amirali komutasındaki dört Fransız zırhlısı saat: 12 sıralarında harekete geçti. Gaulois, Charlemagne soldan;Bouvet ve Suffren sağdan birinci hat İngiliz zırhlılarını geçerek ileriye yanaştılar. Fransızlar şimdi merkez tahkimatındaki ağır Türk topçularının etkili menziline girmişti. O zaman kadar suskun kalan Türk ağır topçuları birden ateşe başladılar. İlerleyen dakikalarda hem birincigruptaki Fransız, hem de ikinci gruptaki İngiliz zırhlıları ölümcül yaralar aldı. Fransızların Bouvet zırhlısı, özellikle Rumeli Mecidiyesinin ateşleriyle ağır yaralandı. Fransız Gaulois ve Charlemagne’da da hasar vardı.Fransız Suffren zırhlısı da 14 dakikada 14 mermi isabet etmiş, gemide yangınlar çıkmıştı.
Bir taraf yeni ve seri ateşli toplara sahipti, diğeri daha eski ve çoğunlukla adi ateşli toplarla dövüşüyordu. Müttefiklerin 276 topuna karşılık, Türklerin savaşa katılan 78 topu vardı. Bir tarafın elindeki bol cephaneye karşı diğer taraf elindeki kısıtlı cephaneyi sakınarak kullanmak zorundaydı. Kuşkusuz Türk tarafında ad kayıplar vardı.
Toplardan bazıları isabet alarak saf dışı kalmış, bazıları arızalanarak ateş edemez hale gelmiş, bazıları da toprak altında kalmıştı. Telefon telleri deyer yer koptuğundan, toplarla gözetleme ve komuta yerleri arasında bağlantı sağlanamıyordu. Bu da ateşe devamı engelliyordu. Bu sebeplerle saat 14:00’ e doğru Türk ağır topçusunun ateşlerinde bir yavaşlama sezilmekteydi.
Türk topçusundaki bu azalma Amiral De Robeck’ i ümitlendirdi. Mayın tarama gemilerine muhriplerin kontrolünde ve korumasında ileri çıkmaları için emir verdi. Üçüncü gruba planlanan zamandan 1,5 saat evvel ön saftaki Fransızların yerini almasını bildirdi. Bunun üzerine gerideki üçüncü grup İngiliz zırhlıları onlara yer açmak üzere büyük bir çark hareketiyle çekilmek üzere hareketlendikler. Düşman mayın tarama gemileri bugüne kadar ancak en öndeki iki sıra mayını temizleyebilmişlerdi. Hiç kimsenin Nusrat’ın mayından temizlenmiş alan gizlice yeni mayın döktüğünden haberi yoktu. İşte o günkü savaşın kaderini saptayacak alanda bunlardı. Üçüncü gruptaki İngiliz gemilerinin ikinci grup Fransız gemilerinin yerini almak üzere ileri yanaşmaları üzere ileri yanaşmaları boğazın en geniş yeri olan Karanlık Liman önlerinde trafiği karıştırmıştı. Nusrat’ın mayınları da bu sırada müthiş bir sürpriz halinde ortaya çıktı.
Fransızların Bouvet zırhlısı saat 14:00’de Nusrat’ın döşediği mayınlara çarptı, bordosunda görülen yoğun bir dumandan sonra , üç dakika içinde battı. Personelin hemen hepsi (604 kişi) gemiyle birlikte sulara gömüldü.
Bu sırada saat 16:00’a doğru birinci gruptan olan ve sabahtan beri topçu ile çarpışırken bir hayli yara alan İngiliz İnflexible zırhlısının bir mayına çarptığı ve geminin tehlikeli bir şekilde yatmaya başladığı görüldü. Geriye çekilerek kendini kurtarmaya çalışıyordu. Aradan daha on dakika geçmeden aynı felaket İngiliz İrresistible zırhlısının başına da geldi. O da 16:10 sıralarında yine Nusrat’ın mayınlarından birine çarptı. Hareketsiz kalan geminin mürettebatı Amiral Gemisi Qeen Elizabeth’e alındı. Türk topçularının ateşiyle de az sonra sulara gömüldü. Bu koşullarda harekata devam etmek donanmanın mahvına sebep olabilirdi. Amiral De Robeck geri çekilme emrini verdi. Bu sırada saatler 17:50’yi gösteriyordu ve savaş başlayalı 6,5 saat olmuştu.
Çekilme emrinden 15 dakika sonra İngiliz Ocean zırhlısı Nusrat’ın bir başka mayınına çarptı. Ocean’ da biraz önce imdadına koşmaya çalıştığı İrresistible gibi boşaltıldı ve kaderine terk edildi. Az sonra Türk topçusu onun da işini bitirecek ve sulara gömülecekti.
1915 yılı Mart ayının o Perşembe günü akşam karanlığı basarken yenilmez kabul edilen muhteşem donanma hırpalanmış, yaralanmış, üç büyük zırhlısını geride bırakmış, o cehennem boğazından uzaklaşmaya çalışıyordu. Öğle saatlerinde başlayıp akşama doğru biten bu bir günlük Boğaz savaşında, savaşa büyük ümitlerle başlayan büyük donanmanın kaybı, bu gamı arttıracak bir boyuttaydı.
Fransız Bouvet, İngiliz İrresistible ve Ocean zırhlıları batmış, İngiliz İnflexible, Agamemnon ve Fransız Suffren , Gaulois zırhlıları görev yapamayacak şekilde ağır hasara uğramıştı. Bu donanmanın savaş gücünün üçte biri gibi önemli bir oranıydı. Ayrıca 2 muhrip ve 7 mayın tarama gemisi de batmıştı. Donanmanın asker kaybı da 900 kişiyi bulmaktadır.
Türk tarafının kaybına gelince, bugünkü savaşta 58 şehit ve 74 yaralı vermişti. 9 top elden çıkmış tabyaların tahkimatında ağır hasarlar 20 meydana gelmişti. Çanakkale şehri ve karşısındaki Kilitbahir köyünün bir bölümü yanmış ve yıkılmıştı.48 Almanların kaybı da 18’dir.
İngilizler bugünkü savaşta öğleden sonra ateşimizin zayıflamasından cephane sıkıntısı çektiğimizi anlamışlardı. Bunun içinde üçte bir kaybımıza rağmen ertesi günde savaşı sürdürmeyi düşünenler vardı. Ancak uzun tartışmaların sonunda gemilerin üçte biri yeni bir saldırıyla elden giderse İngilizler deniz egemenliğini ve üstünlüğünü kaybedebilirlerdi.50 İşte bu denli endişeyle boğazı denizden geçmek düşüncesini ertelemek zorunda kaldılar.
Eğer ertesi gün düşman yeniden taarruz etseydi belki kazanabilirdi. Çünkü bu harpte Türk ordusunun cephanesi bitmişti. Fakat yedikleri takattan maneviyatları o kadar kırılmıştı ki taarruz edemediler. Bu darbe düşmanları manen çok sarstı. Büyük bir şaşkınlık ve kararsızlık içinde kaldılar.51 Boğazın dışındaki77 bin kişilik kuvvetlerini karaya çıkararak taarruz edecek yerde, manasız bir hareket olarak bu kuvveti Mısır’a sevkettiler.
Sonuç
İtilaf devletleri Çanakkale Boğazı’nda 18 Mart’ta uğradıkları ağır yenilgi neticesi sadece deniz saldırılarıyla İstanbul’a ulaşmalarının mümkün olmayacağını anlamışlardı.53 Bundan sora boğaz bir daha denizden zorlanmadı ve deniz hücumu ile karaya çıkış arasında 5 hafta geçmesi de Türklere vakit kazandırdı. 18 Mart Deniz Zaferi, top ve mayın müşterek çalışma mahsulü oldu.54 Türk denizcilerinin kahramanlığı ve Türk topçusunun hedefini şaşmayan çelik yumruğu bu zaferin sağlanmasında başlıca rolü oynadı. Bu savaşta erindenkomutanına kadar tüm Türkler, burada başkent İstanbul’u ve bütün yurdu savunduklarını biliyorlardı. Düşman donanmasının boğazı yarıp geçmesinin ne demek olduğunun da bilincindeydiler. Saf dışı kalan ve mermileri bitene kadar dövüşeceklerdi. Gerçektende iyi dövüştüler. Merkez tahkimatını oluşturan bütün topçular, Avrupa yakasındaki Değirmendere, Namazgah, Hamidiye, Mecidiye ve Anadolu yakasındaki Nara, Mecidiye, Çimenlik , Hamidiye, Dardanos, Mesudiye tabyaları görevlerini hakkıyla yaptılar. Sonuçta bunca kayıp ve gayretler boşa gitmedi. Zafer, Boğazı savunanlarındı.
Müttefikler ne ummuşlar, ne bulmuşlardı. Kayıplar ağır, yenilgi kesindi. 18 Mart Londra’yı Odesa’ ya bağlayan deniz yolunun Karanlık Liman’da kaybolduğunun bütün dünyaya ilan edildiği bir gün olmuştur. 18 Mart İtilaf devletlerinin ve onların yenilmez sanılan armadalarının son tarih denemelerinin bir başlangıcı olmuştur ve 18 Mart yersiz bir gururun Karanlık Liman’da boğuluşunun tarihe geçtiği gün oldu.
BİBLİYOGRAFYA
􀂙 ARTUÇ, İbrahim, 1915 Çanakkale Savaşı, Türk Savaşları Belgeseli, Kastaş Yayınları, İstanbul 1992.

􀂙 ALTINTAŞ, Ahmet, Belgelerle Çanakkale Savaşları, ÇÖMÜ Rektörlüğü Atatürk ve Çanakkale Savaşını Araştırıma Merkezi Yay. No:5, Çanakkale 1997.

􀂙 AKŞİT, İhan, Çanakkale Savaşları- Harp Sahaları ve Abideleri, Fatih Yay. İstanbul 1973.

􀂙 ATSIZ, H.Nihal, Çanakkale’ ye Yürüyüş, İrfan Yay. İstanbul 1997

􀂙 AY, Behzat, Çanakkale’den Laik Cumhuriyete- Tarihimizde Önemli Günler ve Atatürk, Toplumsal Dönüşüm Yay., İstanbul 1998.

􀂙 AYDEMİR, Şevket Süreyya, Tek Adam Mustafa Kemal, C.I,Remzi Kitabevi, İstanbul 1993.

􀂙 ÇAMOĞLU, Şemsettin, Çanakkale Boğazı ve Savaşları, Kutulmuş Matbaası, İstanbul 1962.

􀂙 GÜZEL, Abdurrahman, Türk Edebiyatında Çanakkale Zaferi, ÇÖMÜ Rektörlüğü Atatürk ve Çanakkale Savaşını Araştırıma Merkezi Yay. No:3, Çanakkale 1996. 23

􀂙 GÖRGÜLÜ, İsmet, On Yıllık Harbi Kadrosu 1912-1922 BalkanBirinci Dünya ve İstiklal Harbi, T.T.K., Ankara 1993.

􀂙 ILGAR, İhsan, Çanakkale Savaşları 1915, Kültür ve Turizm Bakanlığı , Ankara 1982.

􀂙 İRDESEL, Mehmet, Gelibolu ve Yöresi Tarihi, Geltur Ajans, Gelibolu 1994.

􀂙 MÜTERCİMLER, Erol, Destanlaşan Gemiler (Hamidiye, Yavuz,Nusrat, Alemdar), Kastaş Yay. İstanbul 1987.􀂙 NUTKU, Emrullah, Çanakkale’nin Şanlı Tarihine Bir Bakış, Özyurt Yay. İstanbul 1972.􀂙 ÖZAKMAN,Turgut, Vahdettin M.Kemal ve Milli Mücadele, Bilgi Yayınevi, Ankara 1997.􀂙 ULUĞ, N.Hakkı, Çanakkale Destanının 50.Yılı, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Yay., Ankara 1985.􀂙 ULUASLAN, Hüseyin- ULUASLAN, S.Z., Çanakkale Savaşları,Çanakkale 1985.
Cihan UyarSitemizin Deniz Savaşları bölümünde yer alan yazılar Cihan Uyar'ın "Çanakkale Savaşlarında Deniz Cephesi ve 18 Mart Deniz Zaferi" konulu çalışmasına aittir. Bu yazı
http://canakkalesavaslari.comu.edu.tr adresinden alınmıştır

14 Mart 2008 Cuma

ATATÜRK: ÇANAKKALE CEPHESİNDE


ATATÜRK: ÇANAKKALE CEPHESİNDE
Türk insanın başına ya da önüne gerçekten aklı başında lider gibi bir lider geçtiği anda, Türk insanını kimse tutamaz. O lider tarihte bazen; Mete Kağan, bazen Atilla, bazen Bumin Kağan, bazen Sultan Alpaslan, bazen de Timurlenk, olmuştur. Çanakkale’de de o lider, Mustafa Kemal’dir... Önündeki lidere göre giden bu milleti, Allah çapsız, bilgisiz ve ufuksuz liderlerden ve lider bozuntularından korusun!
Geçen ay bu köşede, Çanakkale cephesinde kahramanlaşan Atatürk’ü, döneminin bazı kaynaklarını örnek göstererek anlatmaya çalıştık. Bu ay ise, genel anlamda Çanakkale savaşlarının askeri yönünü değerlendireceğim.Çanakkale’yi tarihimizde, Çanakkale yapan, her yıl anılmasına ve türkülerle işlenmesine sebep olan kanlı savaşlar, 24 Nisan 1915 günü başlamıştır. Bu savaşlar, dişe diş, kana kan şeklinde geçmiştir. Ölümün daracık bir yarımadaya bu kadar yoğun bir şekilde, böylece sığdırılması, ne insanlığa ne de dürüstlüğe sığardı... Buradaki olumsuzluğa sebep, elbette Türkler olamazdı. Çünkü bu topraklar onlarındı. Burada bu toprakları haksız yere işgale gelenler, insanlık adına, hak ve adalet adına, elbette suçluydular. Çünkü Türkler, vatanlarında meşru müdafaadaydılar. Ya işgalci askerler neyin savunmasındaydılar! Çanakkale cephesini korumakla görevlendirilen birlikler, 5. Orduya mensuptu. Bu ordunun komutanı, Alman Generali Liman Von Sanders’ti. Liman Von Sanders, 5. Ordunun mevcudunu şu şekilde anlatılır: “Tahminlere göre düşman başlangıçta 80-90 bin mevcutlu bir çıkarma kuvveti hazırlamıştı. Bu sırada 5. Ordunun ise ancak 50 bin mevcudu vardı” Bu konuda başka bir görüş ise, şu şekildedir: “Liman Von Sanders’in elinde 60.000 kişilik bir kuvvet vardı ve asıl mesele, bu kuvvetin taksim ve tevzii idi. Bu, nazik bir mesele idi. İngilizler, 80 kilometre boyundaki sahilin herhangi bir yerine büyük kuvvetler çıkarabilirlerdi. Von Sanders kuvvetini 20.000’er kişilik üç guruba taksimi kararlaştırdı. Bu üç gurup, yarımada boyunca kademeler teşkil edecekti. Bu guruplardan hangisi taarruza uğrarsa, geri çekilmeyi hatırına getirmeden birçok günler yerinde sebat edecekti; çünkü düşmanın asıl taarruz mahalli anlaşılmadan öteki guruplardan imdat gönderilmesi mümkün değildi.”Çanakkale Savaşlarının birinci aşaması olan 18 Mart Deniz Zaferi sırasında, düşmanın üç zırhlısı tamamen devre dışı kalmıştır. Bunlardan Buve ile Oşın batmış; İnfilieksıbıl ağır yaralı olarak güçlükle kaçabilmiştir. Ayrıca Golva, Süfren gibi zırhlıları da yaralanarak savaş meydanından çekilmişlerdir. Bizim 18 Mart harekatı sırasında verdiğimiz şehitler, 3 subay ve 22 er olarak gözükmektedir. Düşmanın kayıpları ise sadece Fıransızların Buvet zırhlısında 600 civarında denizciydi. Ayrıca diğer gemilerdeki kayıpları da düşünürsek, bu rakam biraz daha fazla olabilir. Görüldüğü gibi asıl kanlı çarpışmalar 18 Mart 1915’te yaşanmamıştır. Kanlı çarpışmalar, Nisan 1915 tarihinde düşmanın Çanakkale’yi boğazdan gemilerle geçemeyeceğini görmesinin sonucuyla, çıkarma fikrinin ürünü olarak ortaya çıkmasından sonradır. Böylece artık iki taraf için iş piyadenin süngüsüne kalmıştır. Emperyalist güçlerin çıkarması sırasında Türk ordusunun konuşlanma durumu şu şekildedir: Çanakkale ve Gelibolu bölgesinden düşmanın geçişini engel olmak için konuşlanan 5. ordunun merkezi Trakya’dadır. Bu ordunun komutanı olan Liman Von Sanders, düşmanın çıkarma yapacağı nokta olarak Saros körfezini esas almıştır. 5. Ordunun merkezi dışındaki konuşlanması, kolordu ve tümenler bazında şöyle olmuştur: 3. ve 11. tümenlerden kurulu 15. kolordu, Alman Generali Veber komutasında Anadolu yakasındadır. 7 ve 9. ve 19. tümenlerden oluşan 3. kolordu ise, Esat paşa komutasında Gelibolu yarımadasının değişik yerlerine dağılmıştır. Ayrıca bağımsız bir Süvari birliği, Keşan’da 5.ordu komutanlığı emrindedir. Bunların dışında, yine Anadolu yakasındaki Çanakkale müstahkem mevki emrinde 64. alayla, Beyoğlu jandarma alayı bulunmaktaydı. Savaşın Saros körfezi kıyılarında geçeceğini düşünen Liman Von Sanders’in etkisiyle Türk kuvvetlerinin, Gelibolu dışında konuşlanması akılcı bir karar değildi. Kendisi ve merkezi Gelibolu’nun dışında beklerken, 3. Kolordu komutanı ve maiyeti de Gelibolu kasabasının merkezi ve kuzeyinde beklemekteydi. Yarımadanın orta noktasına yakın kesimler, Yarbay Mustafa Kemal’in 19. Tümenine bırakılmıştı. Bu tümen aslında ihtiyat birliği olarak oradaydı. Konuşlanma alanı Eceabat’ın kuzeyinde Bigalı- Maltepe-Bigalıkale bölgesi civarıydı. Aslında ilk aşamada Mustafa Kemal, Yarımadanın Güney ucundaki birliklerin başına getirilmişti Yarbay Mustafa Kemal’in bu göreve getirilmiş olduğunu öğrenen Harbiye Nazırı Enver Paşa “O’nun bu kadar ağır mesuliyetli bir mevkiye değil de, daha ehemmiyetsiz bir vazifeye tayinini Von Sanders’e emretti.” Bunun üzerine Von Sanders, “Mustafa Kemal’e nazikane itizarlarla Maydos’da ve ihraç mıntıkalarının gerisinde ihtiyatta bulunan 19. Tümen kumandanlığını verdi. O’na: ‘Size kuvvetlerinizi pek büyük bir basiretle kullanmanızı tavsiye ederim. Düşmanın hangi mıntıkaya çıkmaya karar verdiğini anlamadan kuvvetlerinizi katiyen harbe sokmayınız’ dedi.” Mustafa Kemal, kendisi ihtiyat tümeni görevini üstlenirken, yerini Albay Halil Sami Bey’e bırakmıştı. Yarımadanın en güney ucunda olan birlik 9. Tümen ve birimleriydi. Bu tümenin 27. alayından bir tabur Arıburnu-Kabatepe ve güneydeki Kumtepe’ye kadar olan yaklaşık 10 km.lik kıyı şeridini gözetlemekteydi. 27. alayın diğer iki taburu ve alay karargahı ve tümenin topçusuyla, 25. piyade alayı, Eceabat ve Sarafim çiftliği bölgesinde bulunmaktaydılar. Yine daha güneydeki Kumtepe bölgesinden Seddülbahir’in doğusuna kadar olan 15 km.lik kıyı bölgesinde ise 36. piyade alayı bulunuyordu. Bu alayın 3. taburu Seddülbahir civarında bekliyordu. Seddülbahir ve sağındaki 27. alay bölgesine kadar ki alanda bulunan kıyıyı ise sadece iki bölük kadar bir kuvvet gözetliyordu. Alayın karargahı ve ihtiyat taburu olan 2. taburu Kirte bölgesinin güney doğusunda konuşlanmışlardı. Buna göre 5. Ordu komutanın Gelibolu’da aldığı önlemler, sadece gözetleme mahiyetinde gibiydi. Savunma anlamında daha güçlü bir oluşum düşünülebilirdi. Gelibolu’da konuşlandırılan bölgeler ve askerlerin sayısı, yetersiz olarak gözükmekteydi. Liman Von Sanders ya da kim akıl ettiyse (Hafız Hakkı Paşa’nın tavsiye ettiği söylenir) bölgeye Yarbay Mustafa Kemal’in 19. Tümen komutanı olarak verilmesi en doğru işti... Aslında bu görevi verenler Yarbay Mustafa Kemal’i sadece ihtiyat kuvveti olarak düşünmüşlerdi. Oysa savaşın kaderi onun elinde çözülecekti... Niçin? Çünkü düşmanın çıkarma yapacağı alan, nedense pek hesap edilmeyen ve de Mustafa Kemal’in tümenin bulunduğu alana yakın olmasıydı. Belki Liman Von Sanders büyük hatta yapmıştı, ama en büyük hatayı düşman yapmıştı. Nasıl? Çıkarmayı Mustafa Kemal’in birliklerinin bulunduğu yere yaparak ve o nedenle kanlı savaşın kaderi burada değişmişti. Bu değişmede elbette en büyük hissedar, cesareti, yiğitliği ve de soğukkanlılığını muhafaza etmesiyle Mustafa Kemal’e düşmüştü..
ATATÜRK’TEN BAZI ANILAR
O, bir hatırasını şöyle anlatmıştır: “Conkbayırının güneyindeki 261 rakımlı tepeden kıyının gözetleme ve emniyetine memur olarak bulunan bir kol erinin Conkbayırına doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Kendim erlerin önüne çıkarak: ‘Niçin kaçıyorsunuz?’ dedim. ‘Efendim düşman’ dediler. ‘Nerede?’ ‘İşte!’ diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler. Gerçekten düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, rahat rahat ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün! Ben kuvvetlerimi bırakmışım, erler on dakika dinlensinler diye. Düşman da bu tepeye gelmiş. Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir duruma düşecekti. O zaman artık bunu bilmiyorum, bir mantık muhakemesi midir, yoksa içgüdü ile midir, bilmiyorum. Kaçan erlere:‘Düşmandan kaçılmaz’ dedim.’Cephanemiz kalmadı’ dediler. ‘Cephaneniz yoksa, süngünüz var’ dedim. Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırına doğru, ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının yetişebilen erlerinin ‘marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye saldırdım. Bu erler süngü takıp yere yatınca, düşman erleri de yere yattı. Kazandığımız an bu andır.” Görüldüğü gibi akıllı, kendine güvenen, paniğe kapılmayan ve cesur bir komutanın bu savaşta özelliklerini gösteren bir insandır Atatürk. Türk askerinin de, bu savaşta akılcı bir komutanın emrinde ölüme giden ruh halini de, Atatürk şu şekilde açıklar: “Size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulmamacasına kamilen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor, fakat ne kadar şayanı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor, sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kuranı Kerim cennete girmeye hazırlanıyor, bilmeyenler kelimeyi şahadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrike bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.” Yine Atatürk, bu durumun bir başka kanıtını da şu şekilde izah eder: “ Conkbayırı kuzeyinde mevzi alan 19. Tümenin hızlı dağ bataryası, Arıburnu çıkarma noktasını ateş altına aldığı için düşmanın henüz çıkarmaya devam ettiği kıtaların çıkarılması hem zorluklara, hem de gecikmeye uğradı. 57. Alayın Conkbayırı ve Suyatağı hattında 261 doğrultusunda ve dar cephe ile yoğun olarak düşmanın pek nazik ve mühim olan sol kanadına yüklenmesi iki taburdan ibaret olan 27. Alayın da Merkeztepe genel doğrultusunda geniş cephe ile düşmana atılması, düşmanı çekilmek zorunda bırakmıştır. Fakat bu tabiye durumundan daha önemli olan bir etken vardır ki, o da herkes öldürmek ve ölmek için düşmana atılmıştır. Bu öyle sıradan bir taarruz değil; herkesin başarmak veya ölmek azmiyle harekete susamış olduğu bir taarruzdur. Hatta ben, kumandanlara verdiğim sözlü emirlere şunu eklemişimdir: ‘Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar gelebilir.’ Bu sözler, Paşanın göğsünden o kadar azimle çıkıyordu ki, muhakkak kumandan o günü hayalinde tekrar yaşatıyordu. Bunları duydukça muharebe vasıtaları ne kadar ilerlerse ilerlesin, her şeyin üstünde gene ruh azminin bir gaye uğrunda fedakarlık etmenin bulunduğuna inanıyordum.”der. Çanakkale’de bize savaşı kazandıran Türk’ün askerlikle bütünleşen ruh hali ve o ruhun içindeki bedenini fedakarca ölüme götürebilmesidir. Burada yapılan savaşın, bizim için önemli bir göstergesi de, Türk insanın başına ya da önüne gerçekten aklı başında lider gibi bir lider geçtiği anda, Türk insanını kimse tutamaz. O lider tarihte bazen; Mete Kağan, bazen Atilla, bazen Bumin Kağan, bazen Sultan Alpaslan, bazen de Timurlenk, olmuştur. Çanakkale’de de o lider, Mustafa Kemal’dir... Önündeki lidere göre giden bu milleti, Allah çapsız, bilgisiz ve ufuksuz liderlerden ve lider bozuntularından korusun! Tarihimizde böyle olan liderleri mahkum etmeli ve halen var olanlarını da teşhir etmeliyiz. Gün bugündür. Çanakkale konusu, bu ülkede en çok işlenen, yazılan konulardan birisi olmasına rağmen, işleyenlerden ve bu işten ekmek yiyenlerden pek çoğunun, Çanakkale savunmasındaki ordunun hangi ordu olduğunu, kaç kolordusu bulunduğunu, bunlardan birisinin komutanının da Veber adlı birisinin olduğunu da bilmediklerini görüyoruz. Onlar, yani bilginin cahilleri, 5. Ordunun bütün personel sayısını da bilemez. Yine aynı şekilde, Mustafa Kemal’in emrine verilmiş olan Arap alaylarının da savaşta pek varlık gösteremediğini de bilmedikleri gibi... Bu savaşın bütün yükünü Türk çocuklarının bulunduğu 57. alay ile 9. Tümenden destek olarak gelen 27. alayın üzerine bindiğini de bilemezler. Bunları bilmeyenler, Osmanlı Devleti döneminde burada oluşturulmaya çalışılan şehitlikte, sembolik olarak her bölgeden örnekler dahi koyulmaya çalışıldığını da elbette bilmez. Örneğin o zamanda, Fizan isminin o nedenle yazılmış olduğunu da bilemezler. Fakat zamanın etkisiyle devreden çıkan bu şehitlik yerine, sonradan burada Türkiye’nin her ilinden şehit olduğu inancını pekiştirmek için bir yapının oluşturulduğunu da bilenler azdır. Örneğin, yeni şehitlikte, 1915’te bir köy halinde bile bulunmayan şimdilerde adı il olan yer var mıdır? Bu il ne zaman kurulmuştur? Böylesi konularda medeni cesareti gösteremeyenler, tarihi ancak tahrif ederler. Onlar, Çanakkale Türküsü’nün de nereden çıktığını elbette bilemezler. Bilmeyenlerin katarına binenler, dümen suyunda gidenler, gitseler gitseler ancak bir adım gidebilirler. Bu gidiş de sağlıklı gidiş olamaz. Yanlışlıklar üzerine kurulan düşünceler ve o düşüncelerden beslenmeye çalışanlardan bazılarına, şunu söylemek istiyorum: Eskiden bir kökü dışarıda söylemi vardı. Ben şimdi bunları değiştiriyorum. Arkadaşlar! Bunlar köksüz, ama tam anlamıyla köksüz, anlayın ve de anlatın! Yine bilgisiz ve cahil ulemadan bazıları, bu savaş konusunda şehit rakamlarıyla ilgili olarak kulaktan dolma sayılar verir. Bütün 5.Ordu personeli de şehit olsaydı, -ki böyle olmamıştır-, yine sayı bellidir. Bunun için dışarıdan destek amacıyla gelenler siviller de olsa (Tıbbiyeliler ve diğerleri gibi) rakam yine bellidir. Bilmiyorlarsa gelsinler öğretelim. Bu zavallıları yönlendirenleri ve onların çok bilenlerini de oldukça iyi tanıyoruz. Ey Türk milleti, siz de bunları bilin ve tanıyın! Bunları bilmeyip de ahkam kesenlerden bazıları, kitaplarında örneğin 18 Mart 1915’te Nusret mayın gemisi komutanı Hakkı Bey’in öldüğünü yazar. Oysa Tophaneli Hakkı Bey, elbette kahramandır; fakat Hakkı Bey, Eylül 1915’te eceliyle bir başka yerde ölmüştür. Arkadaşlar, kimden korkun biliyor musunuz? Söyleyeyim: Bilgili geçinen cahillerden korkun, eğer böyle birilerinin ipiyle kuyuya inerseniz, kör kuyudan hiç bir zaman çıkamazsınız. Herhalde Türkiye’nin bu günkü gerçeği de bunu ifade ediyor. Bizim kahraman Türk askerlerinden olan Çanakkale ilinin Ezine bölgesinden savaşa katılıp gelen Yahya Çavuş ve takımı hakkında Namık Memik Bey’in yazmış olduğu şu dizeleri okuyalım ki bazı gerçekleri de görelim. Bu dizeler, Yahya Çavuş ve askerlerinin kahramanlığı hakkında çok güzel ifadeleri özünde taşır:“Bir kahraman takım ve de Yahya ÇavuştularTam üç alayla burada gönülden vuruştular.Düşman tümen sanırdı bu bir avuç askeri,Allahı arzu ettiler, akşama kavuştular.”Tüm kahramanlar ve şehitlerimizin önünde saygıyla eğilir ve onlara rahmet dilerken, Necmettin Halil Bey’in şu dizeleri, bölgeyi gezen herkesin kulaklarına küpe olsun derim:“Dur yolcu, bilmeden gelip bastığınBu toprak, bir devrin battığı yerdir.Eğil de kulak ver, bu sakit yığınBir vatan kalbinin attığı yerdir.”
http://www.ufukotesi.com

13 Mart 2008 Perşembe

Hazır Cevaplar


Hazır Cevaplar

Ne Yedirelim?
Lokman Hekim'e:-Hastalarımıza ne yedirelim?diye sorduklarında,şu cevabı vermiş:-Acı söz yedirmeyin de,ne yedirirseniz olur.

Ben Çekilirim

Dünya nimetlerine önem vermeyen yasayış ve felsefesiyle ünlü filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karsılaşır. İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek olanaksızdır. Mağrur zengin, filozofa:-Ben bir serserinin önünde kenara çekilmem.Bunun üzerine Diyojen kenara çekilerek, gayet sakin su karşılığı verir:-Ben çekilirim.

Sabır

Cüneyd-i Bağdadi'ye "sabır nedir?" diye sorduklarında şu cevabı vermiş.- Yüzünü ekşitmeden, acıyı yudumlamaktır.

Tabip

Beyazıd-i Bestami Hazretleri akıl hastahanesinin önünden geçerken, bir tabibin havanda ilaç dövdüğünü görerek:- Çok günahkarım, der. Bunun içinde ilaç var mı? Tabib daha cevap vermeden, konuşmaları dinleyen bir hasta, pencereden seslenir.- Tövbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır. Kalb havanında tevhid tokmağı ile döv. İnsaf eleğinden geçir, göz yaşı ile yoğur. Aşk fırınında pişir ve sabah akşam bol bol ye. Göreceksin hastalığından eser kalmayacak.Bistami hazretlerinin gözleri dolar ve :- Ya Rabbi, der. Şu dünya hastanesinde ne tabipler var.

Biz de Onlara Yaklaşıyoruz

Sultan Alparslan 27 bin askeriyle Bizans topraklarındailerlerken, keşfe gönderdiği askerlerden biri huzuruna gelip telaşla:- 300 bin kişilik düşman ordusu bize doğru yaklaşıyor, der.Alparslan hiç önemsemeyerek şöyle der:- Biz de onlara yaklaşıyoruz.

Bal ile Sirke

Hocaya "bal ile sirke uyuşmaz" derler. Niçin uyuşmasın der ve gider yarım okka bal yer, yarım okka da sirke içer, gelir oturur. Yüzünün yemyeşil olduğunu görenler sorar:- Bal ile sirke uyuşmadılar değil mi?Hoca hiç erkekliği elden bırakır mı?- Yo yo onlar uyuştular da, şimdi beni aradan çıkarmaya çalışıyorlar


Caize


Şair Ebu Dellame ile Halife Mehdi arasında şöyle bir vakıa geçmiştir: Ebu Dellame, Abbasi hükümdarlarına bir kaside takdim eder. Halife kasideyi pek beğenir:- Sana bu kasiden için ne caize vereyim?- Efendimiz bendeniz bir av köpeği isterim.- Bu kadar güzel bir kasidenin caizesi bir av köpeği olur mu?- Efendim kulunuz böyle istiyor.Halife Mehdi işe şaşar, ama şairi de kırmak istemez:- Peki, istediğin gibi sana bir av köpeği versinler.- Fakat Efendim bendeniz ava ne ile gideceğim?- Hakkın var bir de at versinler.- Ata nasıl bineceğim?- Doğru, güzel bir eğer takımı da versinler.- Efendimiz ata kim bakacak?- Haklısın, bir de köle versinler.- Ama Efendim ben atı nerede barındıracağım?- Bir de ahır versinler.- Köleyi nerede yatırayım?- Bir ev versinler.- Bu kadar halkı ne ile doyuracağım?- Bin altın da haçlık versinler.- Efendim...Halife Mehdi şairin sözünü kesmiş:Eğer masrafı idare etmeye bir kethüda, hesapları tutmaya bir katip istersen köpeği geri alırım ha!..


Açlık



Fatih, hocası Akşemseddin'e sorar:- İnsan açlığa ne kadar dayanabilir?Akşemsettin cevap verir:- Ölünceye kadar


Sır

Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:- Sen sır saklamayı bilir misin? diye sormuş. Vezir: - Evet hünkarım, bilirim dediğinde, Yavuz cevabı yapıştırmış: - Bende bilirim.


Karınca

Kanuni Sultan Süleyman, sarayın bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülmesi için Şeyhül İslam Ebussud Efendi'den şu beyitle fetva istemiş:Dırahta ger ziyân etse karıncaZararı var mıdır ânı kırınca(Ürünlere zarar veren karıncaların öldürülmesinde dinen bir zarar var mıdır?)Ebussud Efendi bir beyitle cevap vermiş:Yarın Hakkın divanına varıncaSüleyman'dan hakkın alır karınca

ÇANAKKALE DESTANI




Çanakkale Geçilmez


Yapım Tarihi - 2007


Süresi : 01:16:00



Formatı : Animasyon



Yönetmen - Fatih GÜLBAHAR



Senaryo - Fatih GÜLBAHAR



Animasyon - Fatih GÜLBAHAR



Bir Öğretmenin Vatan Aşkı



11.03.2007



Öğrencilerinin Çanakkale Destanı hakkında bilgisizliğini gören bir öğretmen düşündü taşındı sonunda iki yıl uğraşıp 3 boyutlu Çanakkale Destanı animasyonu yaptı. Öğrencilerinin Çanakkale Savaşları hakkındaki bilgisizliklerini gören resim öğretmeni Fatih Gülbahar ve ekibi iki yılı aşkın bir süre çalışarak Çanakkale Destanı’nı anlatan üç boyutlu bir animasyon film hazırladı. Süpermen’den Sünger Bob’a; Spiderman’den Batman’a yüzlerce çizgi film kahramanının ekranlara konuk olduğu günümüzde, kendi tarihimizin ve değerlerimizin çocuklarımıza kazandırılması gerektiğini düşünen Fatih Gülbahar ve ekibi tarafından hazırlanan ‘Çanakkale Destanı’, Çanakkale Savaşları’nın ilk üç boyutlu animasyonlarından biri olma özelliğini taşıyor. Nil Production tarafından piyasaya sürülen animasyon film, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla hazırlanmış. Animasyon filmde kullanılan çoğu sahne bir yandan savaşın en acımasız yanını gösterirken bir yandan da vatanını canı pahasına korumaya çalışan Mehmetçik’in efsanevi mücadelesini anlatıyor. Farklı görüntü ve ses efektlerinin kullanıldığı filmde seçilen müzikler de filme ayrı bir renk katıyor. Savaşı anlatan bölümlerde kullanılan patlama ve yangın sahneleri ilgi çekiyor. Gerçek görüntüler ve fotoğraflarla desteklenen filmin seslendirmesinde de profesyonel bir ekip görev almış. Filmde; 18 Mart günü tabyadan tabyaya koşan Cevad Paşa’dan Nusret Mayın Gemisi’nin Kaptanı Tophaneli Hakkı Bey’e Anafartalar’da düşman birliklerine geçit vermeyen Yarbay Mustafa Kemal’den Ezineli Yahya Çavuş’a kadar birçok kahramanın destanları anlatılıyor. Animasyonda, Çanakkale’nin sembol isimleri olan Esad Paşa’ya, Seyyit Onbaşı’ya da yer verilmiş. Filmin animasyonunu hazırlayan ve senaryosunu kaleme alan Fatih Gülbahar, Konya’da resim öğretmenliği yapıyor. Yedi yıldır animasyonla uğraşan Gülbahar, Çanakkale destanının öğrenciler tarafından daha iyi öğrenilmesi amacıyla yola çıkmış. Kendisini harekete geçiren etkenin Darülfünun müderrislerinden İsmail Hakkı Bey’in, “Çanakkale Müdafaası yapılmış ve kazanılmıştır. Lakin vazife yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Herkes bilsin ki, burada kanlarını akıtanlar hep bu tarih, bu namus ve fazilet için öldüler. Onların kan borcunu ödemek lazımdır.” sözleri olduğunu belirten Gülbahar, “Şairler destanlarını yazsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar abidelerini ortaya koysunlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanlar da rahmet okusunlar. Biz de diyoruz ki; eğitimciyiz, bu konudaki ihtiyacı bizden iyi kimse bilemez.’ diye düşündüm.” diyor. Filmin senaryosu 18 Mart’ta başlayıp ağustos sonuna kadar 6 aylık süreci kapsıyor. Gülbahar, bu zaman diliminde yapılan savaşların ve destansı olayların kahramanlarına sadık kalarak filme uyarladığını ifade ediyor. Filmi yayınlayan Nil Production Yayın Yönetmeni Faruk Vural, “Ülkemizde her televizyonun günde ortalama üç dört saat çizgi film yayını yaptığı dikkate alındığında çizgi filmlerin önemi daha iyi anlaşılıyor. Bu filmlerin tamamı ithal ediliyor. Filmlerin kendi kültürümüzden çok uzakta çocukların ruh dünyalarında şiddet, argo, kültür erozyonu, gibi pek çok olumsuzluğu beraberinde getirdiğini görüyoruz. Böyle bir durumda animasyonların önemi çok daha iyi anlaşılıyor.” diyor. Ekibe Mustafa Kemal’in anlattığı Bombasırtı’nda yaşanan bir olay ufuk açmış. Atatürk’ün, “…Siperler arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak... Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor; ikincidekiler, onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayanı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennet’e girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir.” sözüyle ortaya koyduğu Çanakkale ruhunu gençlere ve çocuklara kazandırmayı maksat edinen filmde, Çanakkale’de çarpışan askerlerin bir ellerinde Kur’an tuttuğu diğer ellerinin tetikte beklediği sahneler izleyenlerin yüreklerini burkuyor. Filmde sadece Türk cephelerine de yer verilmemiş, savaşı yabancıların gözüyle de değerlendiren sahnelerde yabancı komutanların boğaza yaptıkları saldırıların içyüzüne ulaşılmaya çalışılmış. Zaman zaman arka planda kullanılan haritalar da savaşın cereyan ediş şeklini ortaya koyuyor. DVD ve CD formatındaki film 76 dakika uzunluğunda.



Bu topraklar için alınan bir ‘Şehadetname’



Eğitimci yazar Halide Alptekin daha önce defalarca ziyaret ettiği Çanakkale’ye bu sefer romancı olarak gözlem yapmak için gitti. İstanbul Lisesi’nin kayıtlarını araştırdı. Birçok belgeyi inceledi ve romanı yazdı. Şehadetname, Osmanlı’da diploma manasına geliyor. Roman kahramanları olan İstanbul Sultanisi öğrencilerinin Çanakkale’de aldıkları hem bir diploma hem de en yüce mertebenin belgesi. Ölüm ile hayat, esaret ile hürriyet arasında kıl kadar mesafenin kaldığı bazı zamanlar vardır. Böyle bir zamanda yola çıkar İstanbul Sultanisi’nden elli yiğit genç. Geride gözü yaşlı yakınlarını bırakırlar. Çanakkale’de açan birer Cennet gülü olurlar sonra; ardından okulları sarı ve siyaha boyanır. Mezar taşlarına yazılamasa da isimleri, tarihin sayfalarına altın harflerle kazınır. Sultani’den alamadıkları diplomayı cephede alırlar. Yitik Hazine Yayınları’ndan çıkan roman, sayıları iki şehir nüfusunu bulan kahramanların “bu topraklar için toprağa girişinin” destanı.



aktifhaber.com



Spiderman değil, Seyit onbaşı



12.03.2007



Öğrencilerinin Çanakkale Savaşları hakkındaki bilgisizliklerini gören resim öğretmeni Fatih Gülbahar ve ekibi iki yılı aşkın bir süre çalışarak Çanakkale Destanı'nı anlatan üç boyutlu bir animasyon film hazırladı.Superman’den Sünger Bob’a; Spiderman’den Batman’e yüzlerce çizgi film kahramanının ekranlara konuk olduğu günümüzde, kendi tarihimizin ve değerlerimizin çocuklarımıza kazandırılması gerektiğini düşünen Fatih Gülbahar ve ekibi tarafından hazırlanan ‘çanakkale Destanı’, Çanakkale Savaşları’nın ilk üç boyutlu animasyonlarından biri olma özelliğini taşıyor. Nil Production tarafından piyasaya sürülen animasyon film, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla hazırlanmış. Animasyon filmde kullanılan çoğu sahne bir yandan savaşın en acımasız yanını gösterirken bir yandan da vatanını canı pahasına korumaya çalışan Mehmetçik’in efsanevi mücadelesini anlatıyor. Farklı görüntü ve ses efektlerinin kullanıldığı filmde seçilen müzikler de filme ayrı bir renk katıyor. Savaşı anlatan bölümlerde kullanılan patlama ve yangın sahneleri ilgi çekiyor. Gerçek görüntüler ve fotoğraflarla desteklenen filmin seslendirmesinde de profesyonel bir ekip görev almış. Filmde; 18 Mart günü tabyadan tabyaya koşan Cevad Paşa’dan Nusret Mayın Gemisi’nin Kaptanı Tophaneli Hakkı Bey’e Anafartalar’da düşman birliklerine geçit vermeyen Yarbay Mustafa Kemal’den Ezineli Yahya çavuş’a kadar birçok kahramanın destanları anlatılıyor. Animasyonda, Çanakkale’nin sembol isimleri olan Esad Paşa’ya, Seyyit Onbaşı’ya da yer verilmiş. Filmin animasyonunu hazırlayan ve senaryosunu kaleme alan Fatih Gülbahar, Konya’da resim öğretmenliği yapıyor. Yedi yıldır animasyonla uğraşan Gülbahar, Çanakkale destanının öğrenciler tarafından daha iyi öğrenilmesi amacıyla yola çıkmış. Kendisini harekete geçiren etkenin Darülfünun müderrislerinden İsmail Hakkı Bey’in, “çanakkale Müdafaası yapılmış ve kazanılmıştır. Lakin vazife yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Herkes bilsin ki, burada kanlarını akıtanlar hep bu tarih, bu namus ve fazilet için öldüler. Onların kan borcunu ödemek lazımdır.” sözleri olduğunu belirten Gülbahar, “Şairler destanlarını yazsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar abidelerini ortaya koysunlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanlar da rahmet okusunlar. Biz de diyoruz ki; eğitimciyiz, bu konudaki ihtiyacı bizden iyi kimse bilemez.’ diye düşündüm.” diyor. Filmin senaryosu 18 Mart’ta başlayıp ağustos sonuna kadar 6 aylık süreci kapsıyor. Gülbahar, bu zaman diliminde yapılan savaşların ve destansı olayların kahramanlarına sadık kalarak filme uyarladığını ifade ediyor. Filmi yayınlayan Nil Production Yayın Yönetmeni Faruk Vural, “ülkemizde her televizyonun günde ortalama üç dört saat çizgi film yayını yaptığı dikkate alındığında çizgi filmlerin önemi daha iyi anlaşılıyor. Bu filmlerin tamamı ithal ediliyor. Filmlerin kendi kültürümüzden çok uzakta çocukların ruh dünyalarında şiddet, argo, kültür erozyonu, gibi pek çok olumsuzluğu beraberinde getirdiğini görüyoruz. Böyle bir durumda animasyonların önemi çok daha iyi anlaşılıyor.” diyor. Ekibe Mustafa Kemal’in anlattığı Bombasırtı’nda yaşanan bir olay ufuk açmış. Atatürk’ün, “…Siperler arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak... Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor; ikincidekiler, onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayanı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennet’e girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir.” sözüyle ortaya koyduğu Çanakkale ruhunu gençlere ve çocuklara kazandırmayı maksat edinen filmde, Çanakkale’de çarpışan askerlerin bir ellerinde Kur’an tuttuğu diğer ellerinin tetikte beklediği sahneler izleyenlerin yüreklerini burkuyor. Filmde sadece Türk cephelerine de yer verilmemiş, savaşı yabancıların gözüyle de değerlendiren sahnelerde yabancı komutanların boğaza yaptıkları saldırıların içyüzüne ulaşılmaya çalışılmış. Zaman zaman arka planda kullanılan haritalar da savaşın cereyan ediş şeklini ortaya koyuyor. DVD ve CD formatındaki film 76 dakika uzunluğunda.



ZAMAN



Çanakkale Destanı’nın animasyon filmi hazır...



16 Mart 2007 CumaResim öğretmeni Fatih Gülbahar, 75 dakikalık “Çanakkale Destanı” animasyon filmi yaptı. Gülbahar, yaklaşık 2.5 yıl önce Çanakkale Savaşı’nın 3D animasyon filmini çekmek için çalışmaya başladığını söyledi. Çanakkale Savaşları ile 6 ay süreyle kaynak taraması yaptığını, savaşın yaşandığı bölgede incelemede bulunduğunu ve ardından senaryoyu hazırladığını ifade eden Gülbahar, şunları kaydetti: “Animasyon tekniği kullanılarak Atatürk, Esat Paşa, Liman Von Sanders, Cevat Paşa ve İngiliz komutanlar canlandırıldı. Filmde, savaşta yaşanan birçok gerçek hikaye yer alıyor. Askerlerin ailelerine yazdıkları mektuplar, kendi aralarındaki diyaloglar anlatımda kullanıldı. Seyit Onbaşı’nın yanı sıra Ezineli Yahya, Kınalı Hasan ve Tıbbiyeli Hadi gibi karakterler de filmde yer buluyor.” Kısa süre önce İstanbul’da seslendirmesinin de yapılmasıyla filmin tamamlandığını belirten Gülbahar, “Filmim bazı marketlerde satılmaya başlandı. Ancak benim asıl amacım bu filmin televizyon kanallarında gösterilmesiydi. Bugüne kadar görüştüğümüz kanalların hepsi ilgilendi fakat bana olumlu yönde bir geri dönüş olmadı” dedi.



9 Mart 2008 Pazar

GERTRUDE BELL Kimdir?


YIL :1907
Maden Şehri, Karaman’ın kuzeyinde, il merkezine 50 km uzaklıkta Karadağ eteklerine kurulmuş bir yerleşim birimidir. Binbir Kilise olarak tanınan tarihi kalıntıların üzerindedir. Köye girişte sağdaki ilk bina kilisedir.
Binbir Kilise bu istihbaratçı kadını İyi Tanır...
(Fotoğraflarda çalışanlar yöre halkıdır.)

GERTRUDE BELL Kimdir?
Hayatı filmlere kadar konu olan ‘‘Arabistanlı Lawrence''ın kim olduğunu çoğumuz biliriz ama ‘‘Gertrude Bell'' ismi bize yabancıdır. Tam adı Gertrude Margaret Lowthian Bell olan bu İngiliz hanımı, sadece siyasi tarihte belli bir dönemin uzmanları bilirler. 1868 ile 1926 yılları arasında yaşayan Gertrude Bell, Birinci Dünya Savaşı sonrasının Irak'ını kurmuş, sınırlarını cetvelle kendisi çizmiş ve yarattığı bu memleketin kralını bile bizzat tayin etmiştir. ‘‘ARABİSTANLI Lawrence''ın kim olduğunu biliriz, en azından dünyanın en meşhur casuslarından biri ve Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki Arap isyanını başlatıp Arap Yarımadası'nı bizden kopartan kişi olduğunu işitmiş, onu anlatan ve başrolünü Peter o'Toole'un oynadığı filmi de büyük ihtimalle görmüşüzdür. Ama 'Gertrude Bell' ismi bize yabancıdır. Bazı bakımlardan Arabistanlı Lawrence'tan daha önemli olan ve Ortadoğu'daki Türk varlığının son bulması konusunda Lawrence kadar mühim roller oynayan, üstelik savaş sonrasında bazı Arap ülkelerinin sınırlarını bizzat çizen bu İngiliz hanımı sadece siyasi tarihte belli bir dönemin uzmanları bilirler. Tam adı Gertrude Margaret Lowthian Bell olan İngiliz istihbaratçı kadın, 1868'de İngiltere'de, Durham County'de doğdu. Entellektüel bir ailenin çocuğuydu ve ilk eğitimi özel hocalardan aldı. Sonra Oxford Üniversitesi'ne girdi, arkeoloji okudu ve Oxford'u şeref derecesiyle bitiren ilk kadın olarak üniversitenin tarihine geçti. O devirdeki İngiliz arkeologların, dilbilimcilerin ve eski Mısır uzmanlarının çoğu 'ek iş' olarak İngiliz istihbarat servislerinde de çalışırlardı. Meselá Arabistanlı Lawrence çok iyi bir arkeoloji tahsili görmüştü ve asıl faaliyetlerinin yanısıra, Ortadoğu arkeolojisi konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından sayılırdı. KRALİÇENİN HİZMETİNDE Gertrude Bell için de aynısı oldu ve istihbarat servisleri, İngiltere'nin bu en önemli üniversitesini şeref páyesiyle bitiren genç kızla hemen temas kurdular. Mesleki faaliyetleri sırasında aynı zamanda 'Majestelerinin Haberalma Örgütü' için de çalışacak, bu çalışmalar onun daha sonra asıl ve resmi vazifesi halini alacaktı. Önce dünyayı görüp tanıması istendi ve iki defa dünya turu yaptı. Bu sırada çok iyi bir dağcı da olmuştu. Bir ara İran'a giden bir arkeoloji heyetinde yer aldı, 1899'da da Arapça öğrenmesi için Kudüs'e gönderildi ve Avrupalılar için hayli zor olan bu dili mükemmel bir şekilde öğrenmesinin yanısıra o zamana kadar yapılmamış bir iş daha yaptı: Kudüs civarındaki Arap arkeolojik mekánlarının haritasını yayınladı. Bu yayınıyla önemli bir Ortadoğu arkeoloğu kabul edilmiş ve istihbarat örgütünün gözündeki değeri de artmıştı. Haberalma teşkilátında artık Sir Percy Cox ve Sir Arnold Wilson gibi Arap dünyasını çok yakından tanıyan uzmanların elinde yetişecekti. Gertrude Bell, Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasından hemen sonra Kahire'ye, 'Arap Bürosu'na gönderildi. Bu büronun tek bir görevi vardı: Araplar'ın Türkler'e karşı başlattığı isyanı genişletip yönetmek. Savaş yıllarını Kahire'de geçiren Bell daha sonra Irak'a yollandı, Bağdat ve Basra taraflarında 'siyasi memur' olarak bulundu. 1920'de, artık tamamen İngiliz kontrolü altına girmiş olan Irak'taki İngiliz Yüksek Komisyonu'nun Ortadoğu Sekreteri idi ve Winston Churchill'in desteğini de sağlamıştı. KAHİRE'NİN MOR GÜLÜ Londra, Ortadoğu haritasına yeni bir şekil verme zamanının geldiğini farkedince, bu işin bir kısmını yapmak Gertrude Bell'e düştü. 1921'de Kahire'de bir 'Ortadoğu Konferansı' topladı. Konferansta öncelikle Mezopotamya'nın geleceği tayin edilip sınırlar çizilecekti. Bell, 40 kişilik konferanstaki tek kadındı ve Irak'ın sınırlarını işte bu toplantı sırasında kendi başına çizdi. Sırada, yeni kurulan bu memleketin başına kimin geçeceği meselesi vardı ve Irak'ın ilk kralını da Gertrude Bell tayin etti: Arap isyanını başlatan Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ı... Faysal daha önce Suriye'nin kralı olmaya çalışmış ama oraları elinde tutan Fransızlar tarafından kapıdışarı edilmişti. Faysal, Gertrude Bell'in kararıyla Irak tahtına geçirildi ve böylelikle Faysal'ın da mensubu olduğu Haşimi ailesi Ortadoğu'da yıllar sürecek önemli bir rol oynamaya başladı. Bu rol halen de devam ediyor ve bugün Ürdün tahtı da Haşimi ailesine ait bulunuyor. Irak'ın İngiliz himayesinde bir devlet halini almasıyla, Gertrude Bell, kendisini siyasi kariyerinin sonuna gelmiş hissediyordu. Gerçi ismi Arap dünyasında efsane olmuştu ve kahraman muamelesi görüyordu. 'Çölün kızı' yahut 'Irak'ın taçsız kraliçesi' diye anılıyordu ama artık asıl mesleği olan arkeolojiye dönmek istiyordu. Döndü ve hayatının geri kalan kısmını bu işe verdi. Siyasi kimliğinden sıyrılmaya çalıştı, Irak'ın ilk eski eserler genel müdürü oldu ve Bağdat'ta 1923'te bir müze kurmaya başladı. Üç yıl çalıştı ve bugün Mezopotamya medeniyetinin en önemli eski eser merkezlerinden sayılan Bağdat Müzesi'ni yaratıp başına geçti. Gertrude Bell, bizzat kurduğu Irak'a sanki áşık düşmüştü ve Bağdat'ta yapmak istediği her işi tamamladıktan sonra bile vatanı olan İngiltere'ye dönmedi ve orada kaldı. Son derece maceralı bir hayat geçirmişti ama yapayalnızdı ve bunalıma girmişti. 1926'nın 12 Haziran'ında uyuyabilmek için fazla miktarda sakinleştirici alıp yatağına yattı ve bir daha kalkamadı. Mirasını Irak'ta 'İngiliz Arkeoloji Enstitüsü' kurulması için bir vakfa bırakmış, seneler boyu çektiği fotoğraflardan ve binlerce belgeden meydana gelen arşivini de İngiltere'deki Newcastle Üniversitesi'ne bağışlamıştı. Vasiyetinin tamamı, hemen yerine getirildi. İstediği enstitü kuruldu, hatıraları hemen yayınlandı, İngiltere'deki arşivi herkesin kullanımına açıldı. Yakında çıkması beklenen savaşın Irak'ın sınırlarını değiştireceği ve Ortadoğu'nun haritasının yeniden çizileceği söyleniyor ama ben sınırlarda pek bir değişme olacağını tahmin etmiyorum. Sebebi ise, 'Çölün kızı'nın bu işi dünyanın hákimi olan güçlerin isteği doğrultusunda ve düzgün, yani Türkiye'nin en fazla kaybedeceği şekilde ama çok uzun zaman devam edebilecek biçimde yapmış olması.Gertude BELL Alabanda'da Osmanlı'nın son dönemlerinde, özellikle Alman ve İngiliz casus arkeologları Anadolu'yu adım adım gezmiştir. Bunlardan İngiliz Gertrude BELL 19 Nisan 1907 tarihinde Alabanda'ya gelmiş, fotoğraflar çekmiş, yaşadıklarını günlüğe aktarmış ve tecrübelerini İngiliz haberalma servisine günlük olarak aktarmıştır. Bugün bu fotoğraf, günlük ve mektuplar, İngiltere Newcastle Üniversitesi arşivinde bulunmaktadır. Bunların Alabanda ile ilgili sayfalarını:http://www.gerty.ncl.ac.uk/photos/F_141.htm ve devamında;Alabanda ile ilgili günlüklerini:http://www.gerty.ncl.ac.uk/diaries/d1476.htm ve devamında tutmuştur.Sitenin tamamını:http://www.gerty.ncl.ac.uk/ adresinden inceleyebilirsiniz


8 Mart 2008 Cumartesi

NASRETTİN HOCA'NIN HAYATI


NASRETTİN HOCA'NIN HAYATI
Bütün dünyaca tanınmış ünlü mizah ustamız Nasreddin Hoca, H.605, M. 1208 yılında Eskişehir’in Sivrihisar ilçesine bağlı Hortu köyünde doğdu. (Bu köyün adı sonradan Nasreddin Hoca köyü olarak değiştirilmiştir.) Asıl adı Nasreddin’dir. Hoca lakabını daha sonra almıştır.
Nasreddin Hoca’nın babası aynı zamanda Hortu köyünün imamı olan Abdullah Efendi, annesi ise bu köyün yerlilerinden Sıdıka Hanım’dır.
Hoca’nın çocukluğu doğduğu köyde geçti. İlk bilgilerini babasından aldı. Okuma-yazma, temel dini bilgiler, Arapça ve Farsça konusunda kendini yetiştirdi. Daha sonra eğitimini Sivirihisar’daki medreselerde sürdürdü. Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip hafız oldu. Fıkıh ve kelam ilimleri konusunda da öğrenim gördü. Babası ölünce, köyüne geri döndü ve ondan boşalan imamlık görevini üstlendi.
Hoca, öğrenmeye, yeni bilgiler edinmeye çok meraklı bir kişiydi. Bu yüzden bir süre imamlık yaptıktan sonra daha çok ilim ve irfan sahibi olabilmek için imamlık görevini Mehmet isimli bir arkadaşına bırakarak Konya’ya gitti.
Konya, o dönemlerde Anadolu Selçuklu devletinin başşehiriydi. Dolayısıyla bir ilim ve irfan merkeziydi. Hoca, burada devrin ünlü bilginlerinden olan Hoca Fakih, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid İbrahim sultan gibi âlimlerden ders aldı. Tahsilinin bir kısmı ise Akşehir medreselerinde gerçekleşti. Konya’dan öğrenimini tamamladıktan sonra tekrar Sivirihasar’a döndü. Bir süre buradaki medreselerde müderrislik yaptı.
Nasreddin Hoca, daha sonra Sivrihisar’dan ayrılarak 1237’de Akşehir’e gitti ve buraya yerleşti. Hoca’nın bu gidişinde Konya’daki hocası Seyit Mahmut Hayrani’nin Akşehir’e yerleşmesi ve onu da buraya çağırması etkili olmuştur.
Nasreddin Hoca, ölünceye kadar da burada yaşadı. Evlenip çoluk çocuk sahibi oldu. Fıkralarından anlaşıldığına göre Hoca iki kez evlenmiş, bu evliliklerden Fatma ve Dürr-i Melek Hatun isimli iki kızı ve bir oğlu olmuştur.
Hoca, burada müderrislik, kadılık, imamlık yaptı. Yeri geldi herhangi bir vatandaş gibi pazarcılık, çiftçilik gibi işlerle de uğraştı. H.683 M.1284 yılında burada vefat etti.
Bütün bu bilgiler, tarihi kayıtlarda yer almıştır. Dolayısıyla Nasreddin Hoca, bir efsane yahut hayal kahramanı değil, gerçekten yaşamış bir şahsiyettir. Yaşadığı yüzyıl XIII, asırdır. Bu asır, bunalımlı bir zamandır. Hoca böyle bir zamanda hem güldüren hem de düşündüren fıkralarıyla bir taraftan insanlara iyimserlik, yaşama sevgisi aşılarken bir yandan da bireysel ve toplumsal bozuklukları eleştirmiştir.

KİŞİLİĞİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ

Nasreddin Hoca’yı ve fıkralarını doğru anlayabilmek için onun kişilik yapısının bilinmesinde fayda vardır.
Nasreddin Hoca, her şeyden önce Türk-İslâm kültürü ortamında yetişmiş bir şahsiyettir. İlk dinî ve ahlakî bilgilerini babasından almış, ardından medreselerde dinî tahsil görmüştür. Dolayısıyla Türk-İslâm kültürünün değerlerini bilen ve onlara bağlı olan bir insandır.
Hoca, bir cemiyet adamıdır. Yaptığı imamlık, kadılık, müderrislik gibi görevlerde halkla hep içi içe olmuştur. Dolayısıyla halkı ve sorunlarını iyi gözlemleyen ve iyi bilen bir insandır.
Hoca, yaratılıştan çok zeki bir insandır. Ama bu durum, ona mal edilen kimi fıkralarda olduğu gibi asla kurnazlık şeklinde bir zekilik değildir. Doğruyu düşünen ve düşündürtmek isteyen bir zekiliktir.
Hoca, tatlı dilli, güler yüzlü, hoşgörülü, herkese önce insan olarak değer veren ve ona göre davranın birisidir. Toplumsal ilişkilerinde ve diyaloglarında çok başarılıdır. Kişisel ve toplumsal eleştirilerini kimseyi kırıp incitmeden yapar. Halk da onu bu yüzden çok sevmiş ve kendinden saymış, o devirde yaşanan haksızlıklar karşısında onu kendi sözcüsü kabul etmiştir.
Hoca, bir toplum eğitimcisidir. Nükteleriyle halkın yanlış gördüğü davranışlarını düzeltmeye çalışmıştır. Ama bunu yaparken pedagojik esaslara son derece riayet eder. Ayrıca bu eğitimcilik görevini imamlık ve müderrislik gibi resmi görevleriyle de yerine getirmiştir.
Hoca, dili çok iyi kullanır. Kelimelerin etki gücünden mükemmel şekilde yararlanır. Üstelik hazırcevaptır. Hiçbir sözün altında kalmaz. Ama söylediği her söz bir bilgi ve hikmet ürünüdür. Dolayısıyla boş sözlere itibar etmez. Kısa ve özlü anlatımı tercih eder.
Hoca’nın fıkralarındaki asıl amacı asla güldürmek değildir. Asıl amacı düşündürmek ve bir ders vermektir. Fakat bunu yaparken şaka yollu takılmayı, tebessüm ettirmeyi öne çıkarır. Bu durum onun kişiliği kadar devrin ağır ve zor şartlarıyla da ilgilidir. Hoca, bu yolla insanlara inanç ve umut aşılamış, zorlukların tebessüm yoluyla kazanılacak iyimserlikle aşılabileceğini göstermiştir.
Hoca, toplumsal sorunlara karşı çok duyarlıdır. Adaletsizlik, bilgisizlik, haksızlık, ferdi anlamda kişilerde görülen yalancılık, tembellik, kıskançlık, görgüsüzlük gibi her türlü olumsuz davranışla mücadele eden bir kişidir.
Hoca, barış insanıdır. Hangi sorunu ele alsa bunu kişileri kırmadan, rencide etmeden ele alır ve problemi çözer. Çocukla çocuk, büyükle büyük olmasını bilir. Muhataplarının seviyesine göre hareket eder. Herkesin iyiliğini, esenliğini ister.
Hoca, kendisiyle ve hayatla da barışık bir insandır. Onun sevgisi insanları kucakladığı gibi diğer varlıkları da kucaklayan bir sevgidir. Eşeğine olan düşkünlüğü bu yönünün en güzel kanıtıdır.
Hoca, bu özellikleriyle milletimizin asırlar boyunca olgunlaştırdığı değerleri, dünya görüşünü ve mizah dehasını temsil eder.
Hakkında Yazılanlar


“Nasreddin Hoca, adı, zekası ve fıkralarıyla dünyaca tanınmış bir halk filozofudur. Hoca’nın hayat, tabiat ve cemiyet içindeki insanı, keskin görüşler ve zeki söyleyişlerle karikatürize eden nükteleri yalnız bir milleti değil, bütün insanlığı tatmin edecek değerde olduğundan bu Türk zekası, başka milletler arasında da tanınmış ve sevilmiştir.” (Nihat Sami Banarlı-Resimli Türk Edebiyatı Tarihi C. 1)


“Hocamız, bir fıkra anlatıcısı değildir. O, yaşardığı olaylara gülerek yaklaşan, olayları nükte adını verdiğimiz bir gülücük düğümünü atan kimsedir. Bunun sonucu olarak da o, oturduğu yerden fıkra uyduran veya kendi dönemine kadar gelen fıkraları anlatıp insanları güldüren bir insan değildir. Onun yaptığı, olaylara bize göre farklı bir açıdan bakması, bizlere gülücük dağıtacak, bazen de ders verecek cümlelerle seslenmesidir.” (Saim Sakaoğlu, Nasreddin Hoca Fıkralarından Seçmeler)


“Nasreddin Hoca’nın fıkraları, insanları kahkahalara boğan ve sırf güldürmek maksadıyla söylenmiş sözler değildir. Aksine dinleyen ve gülen kişileri bir süre sonra düşündürmeye sevkeden birer hikmet pırıltısıdır.”(Selami Şimşek, Nasreddin Hoca ve Tasasavvuf)


“Dünya durdukça duracak o. Hoca’yı bu ölmezliğe eriştiren güler yüzü, tatlı dilidir. “Eflatun Cem Güney, Nasreddin Hoca Fıkraları)


“Millî ve dinî kültürümüzü tam bilmeyen ehliyetsiz araştırmacıların kaleminde sanki bir “komedyen”miş gibi gösterilen Hoca, esasen büyük bir mürşid, büyük bir ahlâkçı idi….” Mustafa Tatçı, Türk Edebiyatı Dergisi, Nasreddin Hoca Özel sayısı)


“Ünü asırlardır sınırlarımızı aşmış, bütün dünyada tanınır ve sevilir hale gelmiş Nasreddin Hocamız adı üstünde Hoca’dır, bir gönül ehlidir, bir bilgi, hikmet ve nükte dehasıdır, Türk-İslâm medeniyetinin “gülen yüzü”dür. Güldürürken düşündüren bir halk bilgesidir.”(Mustafa Özçelik, Nasreddin Hoca)


“Hoca, çok yönlü bir halk filozofudur. O aynı zamanda İslam eğitim felsefesi ve Türk karakterinin birçok inceliklerini yansıtmaktadır.”Abdullah Özbek, Bir Eğitimci Olarak Nasreddin Hoca)


“Hoca, her şeyden önce bir Müslüman_Türk düşünürüdür. Fıkraları da komiklik, gülmece, güldürmece, eğlence basitliğine indirgenemeyecek ölçüde yavanlıktan uzak, derinlikli, hikmetli, eğitici ve irşad edicidir.” (Osman Arslan, Çınar Dergisi Nasreddin Hoca Özel Sayısı


“Nasreddin Hoca, uyarıcı reflekstir, uyarıcı ve düşündürücü refleks. Hayatın doğal gerçeğidir. Hayatın olabildiğince acımasız olan yanını esnetiyor, sevecenleştiriyor, çekici kılıyor.” (A. Haydar Haksal, Yedi İklim N. Hoca Özel sayısı)


“Hoşgörülü, hazır cevap, dindar, güldürürken düşündüren, kıvrak bir zeka ve espri kabiliyetine sahip olan Nasreddin Hoca,. 700 yıldır herkesin sevgisini kazanmış bir halk adamıdır. Kültür tarihimizin fıkra kişileri arasında Nasreddin Hoca kadar bütün dünyada ün yapmış bir başka kişiliğe sahip değiliz.” (Selçuk Çıkla, Yedi İklim Dergisi N. Hoca Özel Sayısı)


“Mert, güleryüzlü, gerçekçi, sabırlı, hafife alıcı yanlarıyla Hocamız, yüksek mizahını temsil etmekte olduğu Türk halkının kendisidir. O halkın ideal adamı yani “Al—eren” dediğimiz olgun insandır.” (Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Dergisi, N. Hoca Özel Sayısı)


“Fıkralarında ârif, nüktedan Türk halk adamının iyimser dünya, çeşitli hayat olayları karşısındaki davranışını özlü, kısa yorum ve cevaplarla yansıtan Nasreddin Hoca, kalender, rind bir halk filozofudur. Gündelik kaygılara, sıkıntılı durumlarla tatlı bir çözüm yolu bularak, hayatı sert yergilerden uzak bir hoşgörü açısından değerlendirir.”(Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü)

“Nasreddin Hoca fıkralarında alay yoktur, hiciv yoktur. Basit, mütevazı, halkın günlük normal işleri, yaptıkları, sevinçleri, üzüntüleri, tuhaflıkları, anlaşmazlıkları, kavgaları Nasreddin Hoca hikâyelerini oluşturur.”(Nejat Muallimoğlu, Nasreddin Hoca)